ATGB’den “inkarcı” ve “zorlama” açıklama | Hüseyin Şenol
Avrupa Türk Gazeteciler Birliği’nde (ATGB) yaşanan son olay, gazetecilik meslek ilkelerinin nasıl çiğnendiğini ve ifade özgürlüğüne tahammülsüzlüğün kurumsal boyut kazandığını açıkça gösterdi. Yapılan “zorunlu” açıklama da fazla “zorlama” ve “inkarcı” oldu…
Gazetecilik, kamuoyuna karşı sorumluluğu olan, hakikatin peşinde koşan bir meslektir. Bu mesleği icra edenlerin bir araya geldiği meslek örgütleri ise, yalnızca dayanışma değil; aynı zamanda etik, demokratik ve evrensel değerlerin korunması noktasında da önemli işlevler üstlenmelidir. Ancak ne yazık ki, Avrupa Türk Gazeteciler Birliği (ATGB) içinde yaşanan son gelişmeler, bu temel değerlere ne kadar uzaklaşıldığını, daha doğrusu bir türlü yaklaşamadığını çarpıcı biçimde ortaya koydu.
“Yüzleşin” çağrısına faşist saldırı
Sadece kişisel bir saldırı değildi bu; ırkçı, şoven ve faşist bir zihniyetin ürünüydü. Ne yazık ki asıl hayal kırıklığı, ATGB yönetiminin olay karşısındaki tavrı oldu.
ATGB’nin kurucularından biri olarak yıllardır emek verdiğim bu kurumda, son yaşadığım deneyim; bir gazetecilik örgütünde olması gereken demokratik ilkeler, ifade özgürlüğü ve insan haklarına saygının nasıl ayaklar altına alındığını gözler önüne serdi. 23 Nisan’da, yani Ermeni Soykırımı’nın 110. Yılı arifesinde, -“Yüzleşin” çağrısıyla birlikte- ATGB’nin WhatsApp grubunda yaptığım bir görsel paylaşım bir anda linç kampanyasına dönüştü. Aslında bu paylaşım, sadece bir hatırlatma ve yüzleşme çağrısıydı. Ne bir suçlama içeriyordu ne de provokatifti. Ama gelin görün ki, bu çağrı bazıları için tahammül edilemezdi.
Paylaşımın hemen ardından, N.A. isimli faşist bir üye tarafından ağır hakaret ve küfürlere maruz kaldım. “Ermeni piçi”, “Enver Hoca’nın torunu” gibi etnik aşağılamalarla bezeli bu saldırı, sadece kişisel bir hedef gösterme değil; aynı zamanda ırkçı ve faşist bir tavrın açık tezahürüydü. Ancak asıl çarpıcı olan, bu saldırıya karşı grubun ve özellikle ATGB yönetiminin takındığı tavır oldu.
Bu saldırı sonrası, saldırganla birlikte ben de WhatsApp grubundan çıkarıldım. Ki, zaten bu durumda ATGB’den ayrıldığımı ve gelebilecek saldırı ve sorulara yanıt vermek için kısa bir süre grupta kalacağımı da belirtmeme rağmen. Saldırganın korunup, soykırımı anan ve yüzleşme çağrısı yapan bir üyenin susturulması, ATGB’nin demokrasi ve ifade özgürlüğü gibi temel değerlere ne kadar uzaklaştığını gösteriyor. Bunun adı sansürdür. Bunun adı inkârcılıktır. Ve elbette bunun adı kurumsal faşizmdir.
Olayın ardından yaptığım sosyal medya açıklamasıyla ATGB’den istifa ettiğimi kamuoyuna duyurdum. Basın açıklamamı da medya kuruluşlarına gönderdim. Bazı, basın-yayın organları konuyu haberleştirdi.
Elbette, bu kararım sadece o anlık bir tepki değildi. Yıllardır ATGB içinde gözlemlediğim ikiyüzlülüklerin, ulusalcı reflekslerin, şovenizme göz yuman suskunlukların birikmiş sonucuydu. Bu olay sadece bardağı taşıran son damla oldu.
Çifte standart ve ulusalcı çizgi
ATGB’nin bugüne kadarki pratiği de bu olaydan bağımsız değil. Tele1 veya Halk TV’ye yönelik baskılarda hemen refleks gösteren bu yapı, Kürt gazetecilere veya Avrupa Demokrat gibi sol-sosyalist ve yurtsever basın organlarına yönelik saldırılarda tamamen sessiz kalmıştır.
Bu çifte standart, örgütün ideolojik pozisyonunu açıkça ortaya koyuyor: Ulusalcı, devletçi ve inkârcı bir anlayışın etkisi altında bir gazetecilik örgütü…
Ben, kurucu üyesi olduğum ATGB’den 10-15 yıl uzak durdum, üyeliğimi dondurdum. Bundan 2-3 yıl önce ise tekrar daha aktif yer alarak, WhatsApp grubunda da yer aldım. 60 üye şahittir, yaptığım tartışmalara ve itirazlarıma. Ki beni tanıyanlar, zaten susmayacağımı ve farklı davranmayacağımı da bilir. Kurumun adındaki “Türk” tanımına bile itiraz edip “Türkiyeli” olmasını dillendirdim.
Zorunlu değil, fazla “zorlama” bir açıklama
ATGB yönetimi, yaşananları sıradan bir tartışma gibi göstermek amacıyla, benim açıklamam sonrası yaptığı “zorunlu açıklamada”, konunun esasına hiç değinmedi. Saldırının içeriği gizlendi, görsel paylaşımın ne olduğu bile açıklanmadı. Faşizan bir saldırı ile demokratik bir ifade eylemini aynı kefeye koyan bu açıklama, gazetecilik etiğinden tamamen kopmuş bir anlayışın ürünüdür.
Ermeni Soykırımı’nın tanınması ve bu konuda yüzleşme çağrısı, evrensel insan haklarının bir parçasıdır. Bunu dile getirmek bir suç değil, bir sorumluluktur. Ama Türkiye toplumunda hâlâ milliyetçiliğin ve inkârcılığın ne kadar köklü olduğunu bildiğimiz gibi, ne yazık ki Avrupa’daki diaspora yapılarında da benzer reflekslerin sürdüğünü görüyoruz. ATGB yönetiminin bu saldırıya sessiz kalması, saldırganla beni aynı kefeye koyması ve paylaşımımı sansürlemesi tam da bu zihniyetin dışavurumudur.
Açıklamaya ilişkin bir-iki noktaya daha değinmek istiyorum:
-Açıklama “zorunlu” değil, ama fazla “zorlama” olmuş…
-Konu bile yazılmamış.
-Oybirliği de gerçekçi değil. Kişileri bu konuda deşifre etmek istemiyorum.
-Hiçbir eleştiriden bahsedilmiyor.
-Daha “tarafsız” bir gazeteci yerine Uğur Mumcu’nun da örnek verilmesi “renk” sorunudur.
-Doğru olmayan bir açıklama. Ki konu başlığını bile belirtmemek, gazetecilik etiğinden uzaklığın göstergesidir.
-“Silindi” muhabbetinde, neden “görsel de silindi” denmiyor. Bu şekilde sorunun “Ermeni Soykırımı” olduğu çok sırıtıyor.
Yani, “zorunlu” denen açıklamanın fazla “zorlama” olduğu çok sırıtıyor.
Suskunluk da suça ortaklıktır
Olayın ardından grubun sessizliği ise ayrı bir dramdır. 60 kişilik bir grupta sadece 1-2 kişinin saldırıya karşı -Ermeni sorununda farklı düşünmemize rağmen- ses çıkarması, geriye kalanların ise ya sessiz kalması ya da saldırıyı meşrulaştıran yorumlarda bulunması, bu kurumda yıllardır biriken yozlaşmanın açık kanıtıdır. Gazeteci olduğunu iddia edenlerin, bir meslektaşlarına yapılan ırkçı saldırıya karşı üç maymunu oynaması düşündürücüdür. Sessizlik, her zaman tarafsızlık değildir. Hele ki söz konusu olan insanlık suçlarıysa, sessizlik suça ortak olmaktır.
Bazı YK üyelerinin ise, benimle özel konuşmalarındaki yaptıkları yorumların ise daha “ağır suç” olduğunu yüzlerine söyledim; “Soykırıma uğrayan Ermenilerin suçlu gösterilmesi gibi, benim paylaşımım hakkında da ‘sansüre’ değinmek yerine, inkar muhabbeti yapmak da ayrıca gerçek tutumun göstergesidir. Ve sonuçta, “oybirliğiyle” denen açıklama, şunu da göstermiştir ki, ATGB Yönetim Kurulu’nun tamamı aynı zihniyettedir.
Burada özellikle belirtmek isterim: ATGB yönetimi yalnızca bu olayda değil, yıllardır sistematik bir şekilde hak ihlalleri karşısında çifte standart uygulamaktadır. Tele1 ya da Halk TV gibi merkez medyada yaşanan baskılarda derhal açıklamalar yayımlayan bu yönetim, Kürt gazetecilere yönelik saldırılarda suskun kalmayı tercih etmiştir. Avrupa Demokrat gazetesine ve devrimci-demokrat ve yurtsever gazetelere ve emekçilerine yönelik fiziksel saldırılar bile görmezden gelinmiş, bir-iki istisna dışında kınama mesajı bile yayımlanmamıştır.
Bu durum, örgütün ideolojik eğilimini de ele veriyor: ulusalcı, devletçi ve inkârcı bir çizgiye oturmuş bir gazeteci örgütü düşünün… Sosyalist kimliklerle orada yer alan bazı üyeler de bu tutuma ses çıkarmıyor. Bu da samimiyet sorunu doğuruyor. Sol söylemlerle meşrulaşmaya çalışılan ama uygulamada milliyetçiliği, şovenizmi tolere eden bir yapıdan söz ediyoruz.
Bir başka çarpıcı detay da şu: Benim yaptığım görsel paylaşımı ve araştırmacı-tarihçi Ayşe Hür’ün 24 Nisan Ermeni Soykırımı konulu makalesi grup yönetimi tarafından “hedef” gösterilerek silindi. Oysa ki bu paylaşım, yalnızca Ermeni Soykırımı’nı anan bir görseldi. ATGB yönetimi bu paylaşımı “tarafları gerdiği” gerekçesiyle kaldırarak, esasen soykırım gerçeğinin konuşulmasından rahatsız olduğunu ilan etmiş oldu. Olayı “grubu sakinleştirme” adı altında geçiştirmek, sorunu çözmek değil, üzerini örtmektir.
Buradan sesleniyorum: Gazetecilik, hakikatin peşinden gitmeyi gerektirir. Bu, sadece bugünün değil; geçmişin ve geleceğin de sorumluluğunu taşımayı gerektirir. Ben, Ermeni Soykırımı’nın tanınması ve yüzleşilmesi gerektiğini yıllardır savundum. Bugün de aynı yerdeyim. Ne saldırılar, ne sansür, ne de örgütsel linç bu duruşumu değiştirmez.
ATGB’den ayrıldım ama gazetecilikten değil. Bundan sonra da soykırımlar üzerine yazmaya devam edeceğim. Hakikatle yüzleşmekten korkanları ifşa etmeye devam edeceğim. Çünkü biz susarsak, sadece geçmiş değil; geleceğimiz de karanlık olur.
Soykırımcıları, inkârcıları ve onlara sessiz kalanları bir kez daha lanetliyorum. Ve biliyorum: Hakikat, er ya da geç kazanır.
Benim tavrım geçmişe, insanlığa ve geleceğe saygı duruşudur. Ve özellikle belirtiyorum: Soykırımlar üzerine yazmaya devam edeceğim. İnkarcıları da teşhir etmeye devam edeceğim.
110. yılda da bir kez daha, bin kez daha lanetliyorum: Soykırımcıları ve inkârcıları!
Hüseyin Şenol – 26.04.2025