Demokrasi, barış ve özgürlük arasına sıkışan gerçekler | Hüseyin Şenol
Bu yazımda sırasıyla; sansür ve barış, koruculuk ve Judenrat, devletin sömürgeci stratejisi, ulusal faşist ‘sol’ ve içimizdeki şovenizm, Ortadoğu’da kırılmalar ve Kürdistan gerçeği gibi, “süreç” ile bağlantılı konulara değindim…
Türkiye’de siyaset, sadece iktidarın faşist baskılarıyla değil; aynı zamanda muhalefetin çürümüşlükle dolu yapılarıyla da tıkanmış durumda. Bu tıkanıklığın merkezinde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) duruyor. CHP, yapısal geçmişi, ideolojik temel dayanakları ve tarihsel rolü itibarıyla dönüşmesi imkânsız bir partidir. Ancak bu, çöküşü veya parçalanmayı engellemez. Hatta bu parçalanma sürecinde, içinden devrimci ve demokrat bireylerin çıkması da mümkündür. Fakat o noktada, artık bu unsurlar CHP’den bağımsızlaşmış ve ondan kopmuş bir yapıdadır. Bu nedenle “CHP içinden bir umut doğar mı?” sorusu siyasal hayalin ötesine geçmez.
Süreç üzerine belli aralıklarla yazmaya çalışıyorum. Geçtiğimiz ekim ayından beri dördüncü veya beşinci yazım bu. Yazımda sırasıyla; sansür ve barış, koruculuk ve Judenrat, devletin sömürgeci stratejisi, ulusal faşist ‘sol’ ve içimizdeki şovenizm, Ortadoğu’da kırılmalar ve Kürdistan gerçeği gibi, “süreçle” bağlantılı konulara değindim……
Sansür, akla da barışa da zarardır
Son dönemlerde yurtsever veya devrimci medya olarak tanımlanan birçok mecrada, barış süreci, muhalefet politikaları veya sosyalist stratejiye yönelik ciddi bir oto-sansür gözlemleniyor. Bu durumun nedeni belirsiz: Baskı mı, korku mu, ittifak hesapları mı? Eğer bir engel varsa, bunun açıkça söylenmesi gerekir. Aksi takdirde okuyucuya, sürecin sağlıklı yürüdüğü veya eleştirilere gerek olmadığı gibi yanlış bir izlenim veriliyor. Örneğin ben son “süreç” hakkında Abdullah Öcalan’ı eleştiren değil bir yazıyı, cümleyi bile gör(e))medim.
Son seçim dönemlerinde de, özellikle “CHP’ye destek de yok, oy da yok” diyen sosyalist çevrelerin sesine yer verilmedi. Bu tür anti-demokratik medya pratikleri, mücadele adına konuşanların kendilerini inkâr etmeleriyle sonuçlanır. Bu sorunu ilerleyen yazılarımda da dillendirmeye devam edeceğim. Çünkü bu suskunluk hali, sadece ideolojik değil, aynı zamanda etik bir sorun hâline gelmiştir.
Yurtsever basında yazan ve aslında “eleştirel” çevreden olduğunu bildiğim bazı sosyalist kalemler de suskun bu konuda.
“Dost” çevreden eleştirenlerin bile sosyal medyada maalesef nasıl lince uğradığına şahit oluyoruz. Örneğin tarihçi-yazar Ayşe Hür gibi kişi ve çevrelerin de örnekleri, hatırlatmaları, uyarı ve eleştirileri dikkate alınmalıdır. Eleştirenlere düşmanca yaklaşım kimseye fayda sağlamaz.
Gelenekselleşen bu durum, ileride iktidar olunduğunda da gösterilecek bir tavır olarak kalır ve korkutucu olur. Aslında, bir çok konuda olduğu gibi, sansür yerine, bu tür görüşlere yer vermek, zarar değil, yarar sağlayacaktır. Umarım önümüzdeki dönemde bu konuda özeleştiri verilir ve yayın politikası değişir.
Tabii ki bu sorunu, “demokratik merkeziyetçiliği savunan” sosyalist kurumlarda da yaşıyoruz. Buralarda da durum farklı değil. Merkez neyi savunuyorsa odur ve aksi görüşlere yer yok.
Sansür sadece iktidarın değil, muhalefet ve yurtsever cephe içinde de işleyen bir mekanizmadır. Gerçeklerin dile getirilmediği bir ortamda, barıştan söz edilemez. “Eleştiri susarsa, barış ölür” demeliyiz.
Devletin stratejisi: Umudu gömme politikası
Arif Çelebi’nin bu konudaki tespitlerinin özellikle altı çizilerek okunmalı. Çelebi “Faşist devlet, silahların gömülmesinden öte umutların gömülmesine çalışıyor.” Derken, bugün Türkiye’de yürütülen barış politikalarının merkezinde çözüm değil, teslimiyet ve inkârın yattığını belirtiyor. Sosyalist yazara göre; Kürtlere ve diğer ezilen halklara “Başkaldırarak hiçbir hak elde edemezsiniz” mesajı veriliyor ve bu, ideolojik bir zehirleme biçimidir.
Arif Çelebi “Barış umut devrim” başlıklı yazısının spotu şöyle: “Sömürgeci faşist devletin politikasının odağında çözüm değil teslimiyet dayatması yatıyor. Devlete başkaldırarak hiçbir hakkın elde edilemeyeceği, faşizme ve sömürgeciliğe karşı silahlı mücadelenin beyhude olduğu, devletin lütfuna sığınmak dışında bir yol olmadığı bilinci Kürtlere ve bütün ezilenlere ideolojik bir zehir olarak zerk ediliyor. Faşist devlet silahların gömülmesinden öte umutların gömülmesine çalışıyor. Oysa çok iyi biliniyor ki, bugün Türkiye’de kimi demokratik kırıntılar varsa bunlar büyük bedeller uğruna elde edilmiştir, devlet lütfetmemiştir…”
Koruculuk ve ‘Judenrat’ benzetmesi üzerine
Abdullah Öcalan’ın PKK’ye gönderdiği son mesajlarda kullandığı “Judenrat” benzetmesi, çok tartışıldı. Nazi döneminde Yahudi Konseylerinin Alman faşistleriyle işbirliği yapmaya zorlanması, bugün Türkiye’deki köy koruculuğu sistemiyle benzeşmektedir. Çünkü koruculuk, halkın içinden çıkarılan ama halka karşı kullanılan, paramiliter bir iş birliği modelidir ve o halkın “hain” grubudur bana göre.
Abdullah Öcalan’ın ‘Perspektif’ metninde kon hakkında yazdığı bölümün bir kısmı şöyle: “Yahudi soykırımında rol oynayan Yahudi Komitesi diye tanımlanan Judenrheit (Junderat)’lar var. Bunlar faşistlerle iş birliği yapan Yahudilerden oluşmuş grup veya ailelerdir. İş birliği karşılığında kendilerinin veya ailelerinin ömrünü 24 saat uzatmak için Yahudileri gaz odalarına gönderiyorlar… Seyit Rıza’nın bazı torunları Judenratlaşmışlardır.“
Bu konuda Öcalan’ yöneltilen eleştiriler doğru değil. Öcalan “mezarsızlara” değil, onların “bazı” torunlarına yönelik bu sözleri sarf ediyor. Yani bu eleştiriler gerçeği yansıtmıyor.. Kimseye torunlarının günahı yüklenemez.
Korucuların “Judenrat”tan farkı yok bana göre de. Bu durum, İran, Irak, Suriye, Kosova ve benzeri sömürge ve işgal altındaki tüm ülkelerde yaşandı ve yaşanmaktadır. Evet, korucu ve benzeri sistemler tam da Judenrat sistemine benzer işleyiş içerisindedir.
Evet soruyorum: korucuların Judenrat’tan farkı mı var?” sorumdaki yaklaşım, Öcalan’ın düşüncesiyle paralel bir çizgi izliyor: kendi halkına karşı sistemle iş birliği yapanların tarihsel olarak sorgulanması gerekir. Ancak hem “koruculuk” hem de “Judenrat” gibi yapılar, özellikle sömürgeciler ve onlarla işbirliği içinde davranlar tarafından dillendirilmesi istenmez. Nedeni bellidir. Suçluluk duygusu.
Korucuların bazıları gönüllü, bazıları zorla bu yapıya dahil edildi. Ancak sistemin tamamı, halkın iradesine karşı kurulmuş bir baskı ve kontrol mekanizmasıdı. Koruculuk, sadece bireylerin değil, kolektif hafızanın da travmasıdır. Bugün hâlâ bu yapıyı tartışmaktan imtina edilmesi, “suç ortaklığının” bastırılmış vicdani yankısıdır.
Barış sürecinde ‘ikinci kötülük’ tuzağı
İktidar bloğuna karşı oluşan ittifaklarda, alternatif olarak sunulan muhalefetin ne kadar farklı olduğu sorgulanmalıdır. CHP’nin faşizan reflekslerinden uzak olmadığı örneklerle sabit. Örneğin bu “süreç” ortamında bile, Ankara Belediye Başkanı faşist Mansur Yavaş’ın Talat Paşa anısına anıt yaptırması, sömürgeci ideolojinin farklı bir yüzüdür. Yine Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul’un fethi üzerine kurduğu söylem, emperyal Osmanlıcılık ile cumhuriyetçiliği aynı potada eritmeye çalışır. Özgür Özel’in Atatürk ve Fatih Sultan Mehmet’i aynı karede anması da benzer bir ideolojik kırılmanın dışavurumudur.
İktidardaki birinci kötüye karşı, ikinci ve üçüncü kötüleri iktidara taşımak, devrimcilerin işi değildir. Faşizmin şekil değiştirerek yeniden üretildiği bir denklemde, ezilenler yine kaybedecektir. Bu nedenle, Öcalan’ın seçim ve referandum süreçlerine dair düşüncelerinin açıklığa kavuşturulması ve kamuoyunda tartışılması gerekir. Ben, seçimlerde de referandumda da Öcalan’dan farklı düşündüm ve bu konuda sürekli görüşümü yazdım.
Ulusal faşist ‘sol’ ve içimizdeki şovenizm
Sadece sağcı-faşist figürler değil, sol kimlikli görünen yapılar da barışın önünde engel. Ümit Özdağ gibi ırkçılar açık tehditken, Oğuzhan Müftüoğlu gibi yapılar, içimizden görünen ama şovenizmin yılmaz savunucularıdır. Bunların “solculuğu”, sistem içi düzenin başka bir versiyonudur. Halkların kendi kaderini tayin hakkına karşı duydukları düşmanlık, onların sınıf ve ulus mücadelesindeki gerçek konumunu ifşa eder.
HKP gibi sözde sosyalist ama ulusalcı söylemleriyle öne çıkan yapılar ise ayrı bir trajedi. İstanbul’un fethini ilerleme olarak gören bir zihniyetin, Marksist literatürde yeri yoktur. Bu zihniyet, AKP’nin fethi kutsayan anlayışından farksızdır.
Ortadoğu’da kırılmalar ve Kürdistan gerçeği
Gazze saldırılarını sonlandırmayan İsrail’in Suriye ve İran’a dönük saldırılarının, bölgesel bir yeniden şekillenmeye yol açacağı kesin. Sadece Suriye değil, Irak’ta da ciddi bir “yeniden” hareketlenme var. Bu gelişmeler Kürdistan’ın dört parçasını da doğrudan etkiliyor.
Rojhilat’ın (İran Kürdistanı) özgürleşmesi, bu denklemde stratejik bir adım olacaktır. Ancak bu adımın, siyonist projelerle değil; halkların öz gücüyle gerçekleşmesi gerekir.
Süreç ve güvenlik açmazı
Kürt Özgürlük Hareketi üyesi Helin Ümit “Devlet ve iktidar söylem düzeyinde kalıyor” diyor.Helin Ümit’in vurguladığı gibi; devlet ve iktidar söylem düzeyini aşamıyor. Yasal ve anayasal güvenceler olmadan bu süreç yürüyemez. DEM Parti’nin kimi açıklamaları umut verici olsa da, tutarlılık ve yeterlilik sorunları var. Halkın örgütlü gücüne dayanmayan hiçbir “çözüm süreci” yaşayamaz.
İlginç olan, çok sayıda yönetici, kadro ve üyeler de bu şekilde düşünürken, ki haklılar, ama bu devlete bu kadar güvensizlik hakimken, süreç nasıl devam ede(bile)cek.
Burada, aslında şeffaflığın da önemli rol oynadığını düşünüyorum.
Yargı Paketi, çözüm değil çözümsüzlük üretmektedir. Hasta tutsaklar dışındaki binlerce tutuklunun durumu belirsiz. Amed (Diyarbakır) Barosu Başkan Yardımcısı Şilan Çelik ve insan hakları savunucusu Avukat Ercan Kanar’ın uyarıları dikkate alınmalı. Bu paket, barışı hedefleyen değil, mevcut baskı rejimini sürdürmeye yönelik klasik bir devlet refleksidir.
Yurtsever basın her gün saldırı ve bombalama haberleri veriyor. Ama “ortamda”, yani
Meclis ve iki görüşmelerde aynı sertlikle nedeni-hesabı sorulmuyor.
Halkın iradesi ve devrimci aklın yol haritası
Marx ve Engels’in belirttiği gibi, devlet egemen sınıfın işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir. Bu düzen, devrimci mücadeleyle sarsılmadıkça değişmeyecektir. Lenin’in “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”na verdiği önem, bugün hâlâ yol göstericidir.
Kürt halkı da, diğer ezilen halklar gibi, kendi kaderini belirleme hakkına sahiptir. Bağımsızlık, özerklik ya da federasyon… Ne istiyorsa, onu savunmak gerekir. Bu hakkı tanımayan hiçbir yapı, değil devrimci-sosyalist, demokrat bile olamaz.
İçimde kalmasın. Bayram ertesi şunu da belirtmek isterim: “Abartmadan” bayramlaşma da olur ama helalleşme olmaz; hesap sorulmalıdır…
Hüseyin Şenol – 14.06.2025