Faşizmle halaya durulmaz! | Hüseyin Şenol
1978’lerde, henüz 15 yaşlarında bir DEV-LİS’li olarak, duvarlara büyük coşkuyla yazdığım ve eylemlerde en çok haykırdığım slogan “Biji Rizgarîya Kurdistan” (Yaşasın Kürdistan’ın Kurtuluşu) idi. Bugün de böyle düşünüyorum…
Devletin bu anlaşma veya Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın çağrısı karşılığında ne taahhüt ettiği belli olmaz, açıklanmaz ve hele hele hiç yoksa, durum vahimdir. Ne düzeyde olduğunu kestirmekte zorlanmakla birlikte, ben karşılıklı bir anlaşma olduğunu düşünenlerdenim. Devlet Bahçeli ve Tayyip Erdoğan sömürgeci devletin adına konuşmaktadır.
Geçen pazar günü yazdığım “Barışa omuz ver!” başlıklı yazımda ve daha önceleri de sıkça değindiğim konuya, bu yazımda faşizmle araya konulamayan “mesafeye” ve “tek taraflı olup olmadığına” değineceğim. İlk yazımda, genel olarak “eleştiriden” uzak dururken, bu yazımda eleştirilerimi de belirtmeye çalışacağım
Türkiye’de barış tartışmaları uzun süredir devam ediyor. Ancak barış, yalnızca savaşın sona ermesi değil, aynı zamanda adil ve onurlu bir çözüme ulaşmak anlamına gelmelidir. Kürt sorunu etrafında dönen müzakereler, tarafların pozisyonları ve devletin niyetleri tartışılırken, konuyu sulandırmadan, magazinleştirmeden ve gerçek bağlamında ele almak gerekmektedir.
Ancak sürecin şeffaf olmaması, devletin ne tür taahhütlerde bulunduğunun açıklanmaması, barış görüşmelerine gölge düşüren en önemli unsurlardan biri. Milli Savunma Bakanlığı’nın Öcalan’ın silah bırakma çağrısının çok sonrasında, geçtiğimiz günlerde “PKK derhal koşulsuz olarak silahlarını bırakmalı ve kendini feshetmelidir” açıklaması, devletin hala savaş dilini sürdürdüğünü gösteriyor. Barış süreci, bir tarafın kayıtsız şartsız teslim olması anlamına gelmemeli, karşılıklı hak ve özgürlüklerin tanınmasını içermelidir.
Ulusalcıların ve faşistlerin barış karşıtı pozisyonları
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı faşist Mansur Yavaş’ın “Barış olur mu, suç işleyenler cezasını çekecek, silahlarını bırakıp Türkiye’nin adaletine teslim olacaklar” açıklaması, aslında ulusalcı kesimin barış sürecine nasıl yaklaştığını gösteriyor. Bu, barıştan çok bir teslimiyet çağrısıdır. Kürt Özgürlük Hareketi’nin bugüne kadar gösterdiği mücadele ve ödediği bedeller göz önüne alındığında, bu tür açıklamalar gerçeği çarpıtan, çözüme değil çözümsüzlüğe hizmet eden söylemlerdir.
Ulusalcı ırkçılar, kendilerine “demokrasi mücadelesi verdiğini” iddia eden Ümit Özdağ gibi faşistlere ağlıyor. Özdağ gibi figürler, aslında bu kesimin barış sürecine karşı kullandığı argümanların en radikal temsilcileri olarak sahnede. Özdağ’ın ve onun çizgisinde olanların itirazı, Kürt halkının haklarının tanınmasına karşı ideolojik bir reddiyedir. Faşizme karşı güçlü bir sosyalist solun yükselmesi bu noktada kritik bir ihtiyaç olarak önümüzde durmaktadır.
Öcalan, kongre ve KÖH’ün pozisyonu
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın özgür bir ortamda çalışabilmesi, tartışmalara katılabilmesi, barış sürecinin sağlıklı ilerleyebilmesi için elzemdir. Eğer gerçekten bir çözüm aranıyorsa, Öcalan’ın sürece aktif katılımının sağlanması gerekir. Bu noktada, demokratik bir sürecin işleyebilmesi için sadece Kürt hareketi değil, tüm sosyalist ve demokrat kesimler de bu yönde talepte bulunmalıdır.
Faşistlerin “hümanist” gibi gösterilmesi, tarihsel gerçeklerin çarpıtılmasıdır. Faşizmin aklanamayacak kadar büyük suçlar işlemiş bir ideoloji olduğu unutulmamalıdır. Kürt meselesi, magazinsel söylemlerle sulandırılmaması gereken bir meseledir ve bu konuda MHP’nin, CHP’nin veya diğer devlet partilerinin samimiyetsiz yaklaşımlarına karşı uyanık olunmalıdır.
Selahattin Demirtaş, Tuncer Bakırhan ve Sırrı Süreyya Önder, klasik faşizmin lideri, binlerce insanın katlinden sorumlu faşist partinin lideri Devlet Bahçeli’ye “geçmiş olsun dileklerinde bulunmak” “uzun ömürler dilemek”, “halaya davet etmek” gereksizliktir. Dünyanın hiç bir köşesinde devrimciler, yurtseverler ve genel olarak anti-faşistler, ırkçılara ve faşistlere uzun ömürler dilemezler.
Jeopolitik dinamikler ve Kürtlerin konumu
Ortadoğu’daki gelişmeler, Kürdistan’ın jeopolitik konumunu daha da önemli hale getirmiştir. Suriye rejiminin zayıflaması, İran’ın bölgedeki etkinliğinin sarsılması ve hegemonya mücadelesinin kızışması, Kürtleri bölgesel güçler için önemli bir aktör haline getirmiştir. Kürtlerin mücadelelerinin bu bağlamda ele alınması, süreci daha geniş bir perspektiften değerlendirmeyi gerektirir.
Cumhuriyet gazetesi gibi ulusalcı basın, süreci “adı konmamış” bir süreç olarak lanse etmeye çalışıyor. Oysa adı konmuş bir süreç var: Devlet, Kürt meselesini yönetmek için değil, kendi çıkarlarını garanti altına almak için masaya oturuyor. Ancak halklar, sadece devletin dayattığı şekilde bir sürecin ilerlemesini kabul etmemelidir.
Kürt sorunu, tarih boyunca ağır bedellerin ödendiği bir meseledir ve siyasal magazinleştirme yaklaşımlarıyla değerini kaybetmemelidir. Barış sürecinin onurlu olması elzemdir; barış yolunda her şey mubah görülemez ve yeni bir boyunduruk durumu yaratılamaz.
Bölge jeopolitiği değişim halindedir. Geçtiğimiz günlerde ETHA’daki yazısında sosyalist yazar Arif Çelebi’nin de belirttiği gibi, Suriye rejiminin yıkılması ve gelecekte muhtemel bir İran zayıflaması, Kürtlerin jeostratejik konumunu güçlendirmektedir. Kürtler ilk kez bölgesel düzeyde bir aktör haline gelmektedir. Ortadoğu’daki bölgesel hegemonya savaşında, Kürtleri yanına çeken taraf, siyasi kazanç elde edecektir.
Barış kimlerin aleyhine?
Barış sürecinden en çok kaybedecek kesim, klasik faşist ve ulusalcı kanattır. Çünkü statükonun devam etmesini isterler. Bu yüzden de çözüm sürecine saldırılarını sürdürüyorlar. Oysa barış, sadece Kürt halkı için değil, Türkiye’deki tüm ezilenler, Aleviler, Hristiyanlar, ateistler ve diğer halklar için de bir kazanımdır. Nihai hedef farklı da olsa, sosyalistler için de büyük kazanımdır.
Ayrıca barış süreci, “Tayyip Erdoğan’ın bir kez daha seçilmesi için bir manevra mı?” veya “Yeni anayasa için destek mi?” soruları da gündemde. Ancak sosyalist bir perspektiften bakıldığında, mesele Erdoğan’ın yeniden iktidara gelip gelmemesi değil, halkların gerçek bir çözüme ulaşıp ulaşamamasıdır. Mevcut burjuva düzenin dayattığı ikilemler içinde sıkışmamak, daha büyük resmi görmek önemlidir.
Çözüm sürecine eleştirel destek
Barış sürecine elbette destek vermeliyiz, ancak sürecin içeriği netleşmeden, KÖH ve destek veren “yurtsever” enternasyonalist sosyalistlerin talepleri karşılık bulmadan, koşulsuz bir desteğin anlamı olmayacaktır. Kayyumlar, siyasi tutsaklar, sürgündekilerin geri dönüşü, Kobani, Afrin, Rojava ve genel olarak Suriye’deki Kürt varlığı gibi meseleler masada yer almalıdır. Aksi halde, bu süreç yeni bir boyunduruk altına girmek anlamına gelecektir.
Kürt halkının sömürgeleştirildiği Irak ve İran da iyi değerlendirilmelidir.
Tarihsel sorumluluk gereği, faşizmin ve sömürgeciliğin sorumluları hesap vermelidir. “Helalleşme” gibi söylemler, gerçeği gizlemekten başka bir işe yaramaz. Hesap vermeden, geçmişin suçlarıyla yüzleşmeden, gerçek bir barış mümkün değildir.
Bugün yapılması gereken, faşist ve ulusalcıların oyunlarını bozmak, süreci halkların lehine çevirebilmek için kolektif bir irade geliştirmektir. Gerçek barış, halkların eşitliği temelinde kurulmalıdır ve bu uğurda mücadeleye devam etmek gerekmektedir.
Demokrasi, özerklik, ayrılma ve bağımsızlık
“Barış ve demokratik toplum çağrısı”nda yer alan “sistem arayışları ve gerçekleştirmeler için demokrasi dışı bir yol yoktur. Olamaz. Demokratik uzlaşma temel yöntemdir” görüşüne katılmıyorum…Her yer Türkiye ve her yer Kürdistan değildir. Türkiye için de katılmadım çağrıdaki görüş, hele hele dünyanın her yerinde geçerliymiş gibi bir belirleme doğru değildir. “Radikal demokrasi” kadar yanlış bir değerlendirmedir bu söylem.
Demokrasi konusunda Lenin’ın sözleri unutulmamalıdır: “Demokrasi, bir devlet biçimidir. Zorun sistemli ve örgütlü bir şekilde uygulanmasıdır.” Yani, tarafsız değil, belirli sınıf çıkarlarına hizmet eden bir yapıdır. Şundan dolayı örnek veriyorum: Öcalan’ın belirttiği gibi, “demokratik ortamda” sorunun tamamen çözüleceğini iddia etmek ve hatta bunun tüm dünya için de geçerli olduğunu söylemek doğru bir analiz değil.
Mevcut gelişmelere karşı soğukkanlı bir yaklaşım geliştirerek, Kürt sorununun barışçıl, adil ve hepsinden önemlisi onurlu bir çözümle sonuçlandırılması için mücadele sürdürülmelidir.
Özellikle, sürecin Kürt Özgürlük Hareketi (KÖH)’nin özerklik ve federasyon gibi taleplerinden geri adım attığı iddiası, bazı sol çevreler tarafından eleştirilmektedir. Oysa tarihsel materyalizm perspektifinden bakıldığında, mücadelenin dinamikleri ve koşullar göz önüne alındığında, bu iddiaların ne derece gerçekçi olduğu sorgulanmalıdır. Marx’ın dediği gibi, “Halkların özgürlüğünü isteyen bir halk, kendi özgürlüğünü güvence altına almış olur.” Bu bağlamda, proletarya sosyalistleri olarak, ayrılma hakkı da dahil olmak üzere ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunuyor ve bunu eleştirel bir süzgeçten geçirerek değerlendiriyoruz.
Lenin’in yaklaşımı da nettir: Ezilen ulusun kaderini tayin hakkı, ayrılma ve bağımsız devlet kurma hakkını da içerir ve ezen ulusun sosyalistleri, ezilen halkın mücadelesini koşulsuz bir şekilde desteklemekle yükümlüdür.
Yaşasın Kürdistan’ın Kurtuluşu
1978’lerde, henüz 15 yaşlarında bir DEV-LİS’li olarak, duvarlara en büyük coşkuyla yazdığım ve eylemlerde en çok haykırdığım slogan “Biji Rizgarîya Kurdistan” (Yaşasın Kürdistan’ın Kurtuluşu) idi. O dönem, sömürgeciliğe karşı mücadelenin ve özgürlüğe olan inancın en güçlü ifadesi buydu. Bugün de o dönemi düşündüğümde, geçen yıllara ve değişen dünya dinamiklerine rağmen, bu sloganın hâlâ en doğru anti-emperyalist, anti-sömürgeci, anti-faşist ve enternasyonalist yaklaşımı yansıttığını düşünüyorum.
Bu ifade, yalnızca Kürt halkının özgürlük mücadelesini değil, aynı zamanda dünya üzerindeki tüm ezilen halkların sömürgeciliğe karşı verdiği mücadeleyi destekleyen evrensel bir dayanışma ruhunu da yansıtıyor. Bu sadece Kürdistan için değil, Arnavut Halkı, Katalan, Filistin ve dünyadaki diğer tüm sömürge halklar için geçerlidir.
Devlet biçimi olarak oligarşinin bulunduğu Türkiye için “sömürgeci” ve Kürdistan için “sömürgedir” diyen, Kurtuluş Hareketi aktivisti olmamda da bu yaklaşımımın önemli olduğunu düşünüyorum.
Kuzey Kürdistan (Türkiye Kürdistanı) “özgür” karar verirse, bağımsızlığını savunduğum, oligarşik devlet biçimiyle yönetilen yarı sömürge Türkiye’nin de, önündeki en önemli engellerden biri kalkar ve kurtuluşu gerçekleşebilir…
Gerçek enternasyonalizm, halkların kendi kaderlerini tayin hakkını amasız ve fakatsız savunmak, her türlü emperyalist-sömürgeci baskıya karşı durmaktır.
Hüseyin Şenol – 07.03.2025