Makaleler

Published on Ekim 7th, 2024

0

Hayvanların en aşağısı, insanın hayvanlar dünyasındaki yeri | Mark Twain


Ufarak Bir Takdim

Çeviri: Serdar Taş

Samuel Langhorne Clemens, kalem ismiyse Mark Twain… 

Mark Twain’in birazdan okuyacağınız alegorik motifler taşıyan, edebiyatın imkânlarından faydalanarak kotardığı hiciv denemesi oldukça zihin açıcı. İnsanın rasyonel ve en üstün bir varlık olduğu kabulünü sarakaya alarak, insan denilen bu tuhaf hayvanı bundan daha ziyade pasyonel, emosyonel ve irrasyonel bir varlık olarak dert ediniyor. İnsanı evrimsel hiyerarşide en alt basamağa koyarak antropomorfik (insan-biçimci) ve antroposentrik (insan-merkezli) tasavvurlara nanik çekiyor. Doğrusu İbrahimi dinlerin, insanın “yaratılmışların en şereflisi” olduğuna dair insan merkezliliği teşvik eden veçhesini de böylece tokatlıyor söz konusu deneme. Evrimsel süreçte insanlaşmanın ve doğanın insanlaşmasının pek çok yetimizi yitirmemize yol açtığı gibi, bir kültür varlığı olmanın bizi daha erdemli ve ahlaklı kılmadığını, aksine Ahlak Duygusu’nun (The Moral Sense) insan nasıl da ahlaksız, rezil, kötücül kıldığına değiniyor. Yani insanlaşma bir ilerlemeden ziyade aşağılaşma, alçaklaşma mahiyetine geldiğini, nice evrimsel gelişmenin bir ilerlemeye, tekamül etmeye, niteliksel mesafe kat etmeye tekabül etmediğini okuyoruz onun bu sarkastik denemesinde. Mark Twain eşyalara, özel mülkiyete karşı işlenen suçların insana, insan haysiyetine karşı işlenen suçlardan daha fazla önemsendiği ve yaptırıma maruz bırakıldığı çağımızı da bu denemesiyle istihza ediyor. Metindeki büyük harf kullanımında Mark Twain’in tercihlerine sadık kaldığımı da belirtmeliyim. Mark Twain’in ellerine, dimağına sağlık diyerek ilk defa Türkiye Türkçesi konuşulan dünyaya bu denemeyi takdim etmekten ötürü sevinç duyuyorum. 

*Sanırım bu denemeye Girit’teki dinsel mezalimleri konu edinen gazete kupürleriyle başlamalıydım. Muhtemelen 1897 senesinde meydana gelen Girit Ayaklanması’na atıfta bulunan kupürler kayboldu. 

Ağustos 1572’de Paris’te ve Fransa’nın muhtelif yerlerinde benzer şeyler vuku buldu. Bu meşum vakada Hristiyanlar, Hristiyanlara karşıydı. Katolikler beklenmedik bir baskınla her yaştan ve cinsiyetten binlerce Protestanı gâfil avladı. Bu uğursuz ve unutulmaz hadisenin adı, Aziz Bartholemey Katliamı’ydı. Mutlu haber Roma’ya ulaştığında halk, Tanrı’ya şükretti. Birkaç yüzyıl boyunca her sene yüzlerce kâfir, sapkın; dini görüşleri Roma Katolik Kilisesi nazarında tatmin edici bulunmadığı için kazıkta yakıldı. Bütün çağlar boyunca tüm ülkelerin barbarları, komşu kardeşlerinin katledilmesini, çocukların ve kadınların köleleştirilmesini yaşamlarının ortak ve olağan bir faaliyeti haline getirdi. Riyakârlık, kıskançlık, kötülük, zulüm, intikâm, baştan çıkarıcılık, tecavüz, soygun, dolandırıcılık, kundakçılık, bağnazlık, zina, fukaraların ve biçarelerin her haliyle aşağılanması hem medeni hem de barbar halklar arasında az çok yaygındır. Yüzyıllardır hem hafta içleri hem de pazar günleri “insanlığın müşterek kardeşliği” ve “vatanseverlik” çağrıları yapıldı. Ancak her şeye rağmen yine de vatanseverlik, ortak kardeşliğin aksini düşünmektedir. Kadın ve erkek eşitliği ister kadim ister modern uygarlıklarda olsun; ister uygar ister barbar, hiçbir insan nezdinde asla kabul görmemiştir.

Sözümona “aşağı hayvanların” özelliklerini ve eğilimlerini bilimsel olarak inceliyor ve bunları insanın özellikleri ve eğilimleriyle mukayese ediyorum. Ortaya çıkan sonuç benim adıma utanç verici. Çünkü bu sonuç beni Charles Darwin’in “İnsanın Aşağı Hayvanlardan Türeyişi” teorisine olan bağlılığımdan vazgeçmeye zorluyor; zira artık bu teorinin yeni ve daha doğru bir teori lehine terk edilmesi gerektiği meydandadır. Bu yeni ve daha doğru teori “İnsanın Yüksek Hayvanlardan Türeyişi” olarak adlandırılmalıdır.

Bu tatsız sonuca doğru ilerlerken tahmin, spekülasyon ya da varsayımda bulunmadım, genellikle bilimsel yöntem olarak adlandırılan yöntemi kullandım. Yani ortaya attığım her varsayımı gerçek deneylerin can alıcı testine tâbi tuttum ve çıkan sonuca göre benimsedim ya da reddettim. Böylece bir sonraki adıma geçmeden önce izlediğim yolun her adımını sırası geldiğinde sınadım ve kanıtladım. Bu deneyler Londra Zooloji Bahçeleri’nde yapılıp aylar süren özenli ve yorucu bir çalışmayı kapsamaktadır.

Deneylerden herhangi birinin detaylandırını dökmeden önce, daha öteye gitmeden, tam da burada belirtilmesi daha makul görünen birkaç şey söylemek istiyorum. Çünkü açıklık açısından bu önemli. Toplu deneyler tatmin edici şekilde bazı genellemeleri ortaya koydu:

  1. İnsan ırkı tek bir türdür. İklim, çevre ve benzeri nedenlerle küçük farklılıklar (renk, boy, zihinsel kapasite vb.) gösterir, ancak kendi başına bir türdür ve başka hiçbir türle karıştırılmamalıdır.
  2. Dört ayaklılar da farklı bir familya teşkil ederler. Bu aile de kendi içinde renkleri, boyutları ve beslenme tercihleri bakımından çeşitlilik gösterir, ancak onlar da kendi başına bir ailedir. 
  3. Diğer familyalar da -kuşlar, sürüngenler, böcekler, balıklar- az        çok farklılık arz ederler. Kafileler halinde yaşarlar. Bunlar, yüksek hayvanlardan en alttaki insana kadar uzanan zincirin halkalarını oluştururlar. 

Bazı deneylerim oldukça tuhaftı. Okumalarım esnasında, seneler seneler önce o geniş çayırlıklarımızda, bazı avcıların bir İngiliz kontunun ziyafet çekmesi ve aynı zamanda erzak odasının taze et ihtiyacını karşılamak için bufalo avı düzenlediklerine dair bir vakayla karşılaştım. Gösterişli bir eğlenceydi bu. Buffalolardan, bu cüsseli hayvanlardan tam yetmiş iki tanesini öldürmüş, sadece bir tanesinin bir kısmını yiyip geri kalan yetmiş birini çürümeye terk etmişlerdi. Bir anakonda ile bir İngiliz kontu arasındaki farkı (şayet varsa) saptamak için yedi genç buzağıyı bir anakondanın kafesine yerleştirdim. Minnettar sürüngen hemen bir tanesini ezip yutuverdi, sonra da memnun bir şekilde arkasına yaslandı. Diğer buzağılara karşı da artık hiçbir ilgi, iştah emaresi göstermedi, zarar verme eğiliminde de olmadı. Bu deneyi başka anakondalarla da denedim; her defasında aynı sonuçla karşılaştım. Gerçek şu ki bir kont ile bir anakonda arasındaki fark, kontun zâlim olması, anakondanın ise hiç de öyle olmaması, ve kontun işine yaramayan şeyleri acımasızca yok edebilirken anakondanın böyle davranmamasıdır. Bu durum anakondanın Kont’un soyundan gelmediğini gösteriyor gibiydi. Aynı zamanda Kont’un anakonda soyundan geldiğini ve bu geçiş esnasında da pek çok özelliğini yitirdiğini düşündürüyordu.

Milyarlar biriktirmiş pek çok insanın, daha fazlası için kudurgan bir açlık çektiğinin, bu iştahı nispeten de olsa yatıştırmak için fakir fukaraları, garip gurebaları yardım kisvesi altında tereddüt etmeden dolandırdıklarının farkındaydım. Yüz farklı türde vahşi ve evcil hayvana yüklüce yiyeceği ambarda istifleyebilme fırsatı sundum, ancak hiçbiri buna tenezzül etmedi. Sincaplar, arılar ve kimi kuşlar besin biriktirirler ve kışlık erzaklarını yığdıkları an istiflemeyi bırakırlar; ne dürüstçe ne de hilekârca erzaklarını arttırmaya ikna edebildim onları. Kimi karıncalar, sarsılmış itibarlarını güçlendirmek için malzeme topluyormuş numarası yapmalarına rağmen beni kandıramadılar; ne de olsa karıncaları tanıyorum.

Deneylerim esnasında hayvanlar arasında hakaret ve yaralama barındıran, bunlar üzerinde düşünüp taşınan, bir fırsat yakalayana dek bekleyen, sonra da intikâm alan tek canlının insan olduğuna ikna 0ldum. İntikâm tutkusu daha üstün ya da yüksek hayvanlar tarafından bilinmez.

Horozların da haremi vardır; ancak bu, cariyelerin rızasıyla mümkündür, dolayısıyla bunda yanlış bir şey yoktur. İnsan türünün erkekleri de harem kurarlar, ama ne var ki bunu kaba kuvvetle, diğer cinsin (kadın) oluşmasında hiçbir dahli oynamadığı acımasız yasalarla, ayrıcalıklı olarak yaparlar. Bu konuda insan türünün erkek cinsi, horozdan çok daha aşağı bir konumu işgâl eder.

Kedilerin ahlakı gevşektir, ama bu bilinçli olarak böyle değildir. Kediden türeyen insan, kedinin gevşekliğini de beraberinde getirmiştir, ancak kediyi mazur gösteren kurtarıcı lütuf olan bu bilinçsizliği geride bırakmıştır. Kedi masumdur, insan evladıysa asla.

Ahlaksızlık, bayağılık, müstehcenlik… Bunlar kesinlikle insana mahsustur; onları insan mahlukatı icat etti. Yüksek hayvanlar arasında bunların hiçbir emaresi yoktur. Yüksek hayvanlar hiçbir şey saklama gereği duymazlar ve utanç duymazlar. İnsan ise o kirlenmiş zihniyle kendi kendini gizler. Ahlaksız tekliflere karşı o kadar şevklidir ki, bir salona göğsü ve sırtı çıplak olarak bile giremez. İnsan gülen hayvandır, ancak Bay Darwin’in de işaret ettiği gibi maymun da güler; “Gülen Budala” diye adlandırılan Avustralya kuşu da hakeza öyle. Yo! Hayır! İnsan yüzü kızaran hayvandır. Utanan ve utanmaya elverişli ve gerekçesi olan yalnızca odur.

Bu makalenin girizgahında birkaç gün önce “üç keşişin yakılarak öldürüldüğünü” ve bir rahibin “korkunç bir zulümle katledildiğini” görmekteyiz. Bu cinayetlere dair ayrıntıları araştırmaya lüzum var mı!? Hayır! İnsan denilen bu tuhaf hayvan odur ki bir Kuzey Amerika yerlisi olduğunda tutsağının gözlerini oyar; Kral John olduğunda bir yeğenini kızgın bir demirle sorun çıkarmayacak kıvama getirir; Ortaçağ’da heretiklerle (sapkınlar) mücadele eden bağnaz bir dindar olduğunda esirinin derisini diri diri yüzer ve sırtına tuz basar; I. Richard devrinde pek çok Yahudiyi bir kuleye kapatıp ateşe verir; Kolomb dönemi İspanya’sında Yahudi bir aileyi esir alır (ancak günümüz İngiltere’sinde bir adam, annesini sandalyeyle öldüresiye dövdüğü için on şilin para cezasına çarptırılırken, başka bir adam da nasıl elde ettiğini ikna edici bir şekilde izah edemediği dört sülün kuşu yumurtası bulundurduğu için kırk şilin para cezasına çarptırılmıştı).

Tüm hayvanlar arasında zalim olan sadece insan mahlukatıdır. Eziyet etmenin zevkinden ötürü acı çektiren tek canlıdır o; ki bu, daha yüksek hayvanlarca bilinmeyen bir haslettir. Kedi, ürkmüş bir fareyle oynar, ancak kedilerin farelerin acı çektiğini bilmemek gibi bir mazereti vardır: Kediler, makuldür; hem de insan dışı bir şekilde makuldür. Onlar sadece fareyi korkuturlar, lakin insani bir şekilde onun canını yakmaz, gözlerini oymaz, derisini yüzmez, tırnaklarının altına kıymık batırmazlar; bütün bunlar tam da erkek-adama yaraşan bir yöntemdir. Kedi, fareyle oynamayı bitirince onu ansızın bir öğün haline getirir ve derdine son verir. İnsan, Zalim Hayvandır. Zalimlik onun alamet-i farikasıdır. 

Daha yüksek hayvanlar teke tek kavgalar yaparlar, ancak asla organize kitleler halinde mücadelelere girişmezler. İnsan, vahşetlerin vahşeti olan savaşla iştigal eden yegane hayvandır. Kardeşlerini etrafına toplayıp soğukkanlılıkla ve sakin bir nabızla kendi türünü yok etmeye koyulan tek hayvandır o. Hessenlilerin Devrimimizde yaptığı gibi ve çocuksu Prens Napolyon’un Zulu Savaşı’nda yaptığı gibi, aşağılık bir ücret karşılığında dışarı fırlayacak ve kendisine hiçbir zararı dokunmamış, hiçbir sorun yaşamadığı kendi türünden yabancıları katletmeye eşlik edecek tek hayvandır o.

İnsan, umarsız hemcinsinin ülkesini elinden alan, onu sahiplenen, onu kendi ülkesinden kovan veya topyekün yok eden tek hayvandır. İnsan bunu bütün çağlar boyunca yapmıştır. Dünya üzerinde gerçek sahibinin elinde olan, sahibinden zorla ve kan dökülerek alınmamış bir tek dönüm toprak bile yoktur.

İnsan köleleşen ve köleleştiren tek hayvandır. Daima şu ya da bu şekilde bir köle olmuştur o ve her daim başka köleleri şu ya da bu şekilde emri altında bulundurmuştur. Günümüzde daima ücret karşılığında bir adamın kölesidir ve o adamın işlerini görür, ve bu kölenin altında küçük ücretler karşılığında başka köleler de bulunur; onlar da onun işlerini yaparlar. Yüksek hayvanlar ise sadece kendi işlerini yapan ve kendi geçimlerini sağlayan hayvanlardır.

İnsan, Vatansever Hayvandır. Kendi ülkesinde, kendi bayrağı altında kendini ayrı bir tarafta tutar ve diğer uluslarla alay eder. Diğer insanların ülkelerinden dilimler koparmak ve onların kendi ülkesinden kocaman bir ısırıkla lokma koparmasını engellemek için mebzul miktarda üniformalı suikastçıyı büyük masraflarla hazır ve nazır tutar. Sefer aralarında ise (yani ateşkesler, başka bir deyişle savaşa hazırlık aşamalarında ise) elindeki kanı yıkar ve ağzıyla insanların evrensel kardeşliği için çalışır, vaaz verir o. 

İnsan Dindar Hayvandır. O, dini olan biricik hayvandır. Birkaç tane olmak kaydıyla Gerçek Dine sahip olan tek hayvandır o. Komşusunu kendisi gibi seven ve teolojisi düzgün değilse onun boğazını kesen yegane hayvandır. Kardeşinin mutluluğa ve cennete giden yolunu düzeltmek için elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışırken dünyayı bir mezarlık haline getiren hayvandır insan. Sezarlar zamanında da bunu yaptı, Muhammed zamanında da, Engizisyon zamanında da, birkaç yüzyıl öncesinin Fransa’sasında da, Mary devri İngiltere’de de; gözleri ışıkla buluştuğu ilk andan itibaren bunu yaptı vesselam; bugün Girit’te de olan budur (yukarıda alıntılanan telgraflara göre) ve yarın bir başka yerde de olacak olan budur. Ancak yüksek hayvanların dini yoktur. Ve bize ahirette onların dışarıda tutulacakları söyleniyor. Neden acaba? Tartışmalı bir zevk gibi görünüyor.

İnsan Muhakeme Eden (Akleden) Hayvandır. En azından iddialar bu yöndedir. Doğrusu bunun tartışmaya açık olduğunu düşünüyorum. Gerçekten de yaptığım deneyler bana onun Mantıksız Hayvan olduğunu ispatladı. Onun yukarıda taslağı çizilen geçmişine dikkat etsenize bir! Bana öyle geliyor ki insan denilen o şey her neyse, olduğu haliyle düşünen bir hayvan değildir. Onun sicili bir manyağın fantastik sicili gibidir. Bence onun zekâsına karşı en güçlü kanıt, arkasındaki bu sicille kendisini kibarca grubun baş hayvanı olarak göstermesidir; oysa kendi standartlarına göre o en alttaki şahıstır.

Esasında insan tedavi edilemez derecede aptaldır. Diğer hayvanların rahatlıkla öğrendiği basit şeyleri insan öğrenemez. Tecrübelerimden biri de şuydu: Bir saat içinde bir kediyle bir köpeğe arkadaş olmayı öğrettim. Onları bir kafese koydum. Bir başka saat içinde onlara bir tavşanla arkadaş olmayı öğrettim. İki gün içinde aralarına bir tilki, bir kaz, bir sincap ve birkaç güvercin, en sonunda da bir maymun ekledim. Birlikte barış içinde, hatta sevgiyle yaşadılar.

Sonra başka bir kafese Tipperary’den bir İrlandalı Katolik yerleştirdim ve uysal göründüğü anda kafese Aberdeen’den bir İskoç Presbiteryen ekledim. Sonra Konstantinopolis’ten bir Türk, Girit’ten bir Ortodoks Hristiyan Yunan, bir Ermeni, Arkansas’ın vahşi doğasından bir Metodist, Çin’den bir Budist, Benares’ten bir Brahman… Son olarak da Wapping’den bir Kurtuluş Ordusu Albayı kattım aralarına. Sonra iki gün boyunca kafesten uzaklaştım. Sonuçları kaydetmek için geri döndüğümde Yüksek Hayvanların kafesinde her şey yolundaydı; ancak insanların kafesinde sarık, fes, ekose ve kemiklerin kanlı kaosundan başka bir şey yoktu; canlı bir numune bile kalmamıştı geriye. Bu Akıl Yürüten Hayvanlar teolojik bir ayrıntıda anlaşmazlığa saplanıp konuyu bir Üst Mahkeme’ye taşıma gereği duymuştu.

İnsan, karakterinin gerçek yüceliğinde, Yüksek Hayvanların en ortalamasına bile yaklaşma iddiasında bulunamayacağını kabul etmek zorundadır. Onun bu yüksekliğe yaklaşma konusunda yapısal olarak yeteneksiz olduğu aşikârdır; yapısal olarak böyle bir yaklaşımı sonsuza dek imkânsız kılacak bir Kusurla maluldür o, zira bu kusurun onda kalıcı, yok edilemez olduğu apaçıktır. Bu kusurun kaynağını Ahlak Duygusu’na sahip olmasında buluyorum ben, çünkü Ahlak Duygusu’na sahip biricik hayvandır insan. Zaten onun alçalmasının sırrı tam da buradadır. Ahlak Duygusu insan hayvanının yanlış yapmasını sağlayan niteliktir ve başka hiçbir görevi yoktur. Herhangi bir işlevi yerine getirmesi de mümkün değildir ve amaçlanmamıştır. O olmadan insan yanlış yapamaz ve bir anda Yüksek Hayvanlar mertebesine yükselirdi.

Ahlak Duygusu tek bir görevi ve kapasitesi olduğu için, yani insanın kötülük yapmasını sağladığı için ayan beyan hastalık kadar değersizdir. Aslında ahlak duygusu apaçık bir hastalıktır. Kuduz kötü bir durumdur, ancak ahlak duygusu denilen hastalık kadar kötü olamaz. Kuduz bir insana sağlıklıyken yapamayacağı bir şeyi yapma yeteneği sunar: komşusunu zehirli bir ısırıkla öldürmek. Kuduz olan bir kişi, daha iyi bir insan olamaz. Ahlak duygusu insan evladının yanlış yapmasını sağlar; hem de binlerce şekilde yanlış yapmasnı mümkün kılar. Kuduz, Ahlak Duygusu’yla mukayese edildiğinde masum bir hastalıktır. Öyleyse hiç kimse ahlak duygusuna sahip olduğu için daha iyi bir insan olamaz. Peki o halde İlk Lanetleniş ne ola ki!? Açıkçası başlangıçta neyse odur: İnsanın Ahlak Duygusu’yla cezalandırılması; iyi ile kötüyü birbirinden ayırt edebilme melekesi; bununla birlikte kaçınılmaz olarak kötülük yapma yetisidir. Çünkü kötü bir eylem, eylemi gerçekleştirenin o eylemi bilinçli olarak eyleyişi olmaksızın var olamaz.

Ve böylece anlıyorum ki bazı uzak atalarımızdan –belki de bir damla suyun muazzam ufukları arasında keyfine göre dolaşan mikroskobik bir atomdan– böcek böcek, hayvan hayvan, sürüngen sürüngen, lekesiz masumiyetin uzun otoyolunda aşağıya doğru inerek, gelişimin en alt aşamasına, İnsan olarak adlandırılabilecek en alt aşamaya değin türediğimizi ve yozlaştığımızı görüyorum. Altımızda hiçbir şey yok, Fransızlardan başka… Ahlak Duygusu’nun altında bir tek olası aşama vardır; o da Ahlaksızlık Duygusudur. Bu Fransızlarda mevcuttur mesela. İnsan, meleklerden biraz daha aşağıdadır. Bu hal, kesinlikle ona yerleşmiştir. İnsan, meleklerle Fransızlar arasında bir yerdedir. 

Neresinden bakılırsa bakılsın insan, zavallı ve harap bir tür olarak görünüyor; zayıflıkların ve hastalıkların British Museum’u gibi bir şeydir o. Mütemadiyen onarım halindedir. Onun kadar güvenilmez bir makinenin pazarı bile olmazdı doğrusu. Ahlak Duygusu’nun üzerine sayısız zayıflık yığılmıştır; öyle bir yığıntıdır ki bu, bunlara geniş bir şekilde “sayısız” diyebiliriz. Daha yüksek hayvanların dişleri acısız ve rahatsızlık çekmeden çıkıverir. İnsan ise aylar süren acımasız işkencelerle ve buna katlanamayacağı bir yaşam evresinde kavuşur dişlerine. Üstelik dişlerini edinir edinmez hepsinin tekrar dökülmesi gerekir, çünkü ilk etapta hiçbir değerleri yoktur, bir gecelik uykunun kaybına bile değmezler oysa. İkinci takım, ara sıra kauçukla güçlendirilerek veya altınla kapatılarak bir süre iş görür; ancak gerçekten güvenilir bir diş takımına bir dişçi yapıncaya kadar asla sahip olmayacaktır o. Bu takıma da “sahte” dişler denilecektir, sanki daha önce başka türlü bir diş takımı takmış gibi.

Vahşi veya doğal durumda, Yüksek hayvanların birkaç önemsiz hastalığı vardır; başlıcası da yaşlılıktır. Ya insan evladında öyle mi!? Çocukluğundan itibaren hastalıklar musallat olur ona ve ömrünün sonuna kadar düzenli bir diyet olarak hastalıklarla yaşayıp durur: Kabakulak, kızamık, boğmaca, krup, bademcik iltihabı, difteri, kızıl hastalığı olağan bir durum olarak görülür. Ve daha sonra hayatı boyunca her taraftan hastalıklarca tehdit altında olmaya devam eder: soğuk algınlığı, öksürük, astım, bronşit, kaşıntı, kolera, kanser, verem, sarı humma, safra kesesi hastalığı, tifüs, saman nezlesi, sıtma, donma, basur, bağırsak iltihabı, hazımsızlık, diş ağrısı, kulak ağrısı, sağırlık, dilsizlik, körlük, grip, suçiçeği, sığır çiçeği, çiçek hastalığı, karaciğer rahatsızlığı, kabızlık, kanlı akıntı, siğiller, sivilceler, çıbanlar, çıbanlar, apseler, baş parmak çıkıntıları, nasırlar, tümörler, fistüller, zatürre, beyin yumuşaması, melankoli ve on beş çeşit başka delilik; dizanteri, sarılık, kalp, kemik, cilt, saç derisi, dalak, böbrek, sinir, beyin, kan hastalıkları; skrofula, felç, cüzzam, nevralji, felç, nöbetler, baş ağrısı, on üç çeşit romatizma, kırk altı çeşit gut ve her biri bir diğerinden oluşan otuz çeşit büyük ve müstehcen rahatsızlık. Listeyi uzatmanın âlemi var mı!? Bu köhne ve zayıf makineyi onarımsız bırakmak için atanan ajanların isimleri, en ufak puntoyla bile derisine yazılsaydı bütün bedenini gizleyecek kadar kaplayabilirdi. O, sadece onu çürütmek ve yok etmekle görevlendirilmiş ve her ordunun işin özel bir ayrıntısıyla donatıldığı, bakteri ordularının desteği ve eğlencesi için sağlanan bir veba yozlaşması sepetidir. Onu pusuya düşürme, zulmetme, çürütme, öldürme süreci ilk nefesiyle başlar ve son nefesini çekene değin merhamet, acıma, ateşkes yoktur.

Onun işçiliğine bir baksanıza. Bademcikleri ne işe yarar mesela!? Hiçbir faydası yoktur, değersizdir. Öylece orada olmalarının hiçbir anlamı yoktur. Onlar sadece bir tuzaktır. Tek bir görevleri vardır: bademcik iltihabı ve boğaz enfeksiyonu sağlamak. Peki ya solucan benzeri apandisit ne işe yarar!? Hiçbir değeri yoktur; hiçbir yararlı hizmette bulunamazlar. Hayattaki tek ilgisi başıboş üzüm çekirdeklerini pusuya yatırmak ve bunları boğulmuş fıtık üretmek için kullanmak olan, fırsat kollayan bir düşmandan başka bir şey değildir. Ya erkek memeleri ne işe yarar!? İş görmekse mesele, tamamen lüzumsuzdur onlar; süs olarak da bir hatadır üstelik. Sakal ne işe yarar peki? Hiçbir yararlı işlevi yoktur; bir sıkıntı ve rahatsızlıktır; tüm uluslar ondan nefret eder ve usturayla zulmederler. Ve bir sıkıntı ve rahatsızlık kaynağı olduğu için Tabiat, ergenlik evresinden mezara kadar hiçbir erkeğin sakalsız kalmasına müsaade etmez. Çenesi kel bir erkek göremezsiniz. Ya saçlara ne demeli!? O zarif bir süs, bir konfor, kimi tehlikeli hastalıklara karşı da en iyi koruyucudur. İnsan hayvanı için zümrütten ve yakuttan daha kıymetlir. Ve bu yüzden Doğa onu  kısa süreliğine tepemizde tutar.

İnsanın görüşü, koku duyusu, duyma duyusu, yer yön duygusu ne kadar da aşağı seviyededir. Akbaba beş mil ötedeki bir cesedi görebilir; insanın ise bunu yapabilecek bir teleskopu bile yoktur. Tazı iki günlük bir cesedin kokunun peşinden gidebilir. Nar Bülbülleri bir solucanın yerin altında tünel kazmasını bile duyabilir. Kapalı bir sepetin içinde yerinden yurdundan edilen bir kedi, yirmi mil boyunca kırsaldan geçerek tekrar evine dönebilir.

İnsan hayvanının kadın cinsinde bazı işlevler, Yüksek Hayvanlarda aynı işlevlerin yerine getirilmesiyle karşılaştırıldığında acınacak derecede daha düşük bir şekilde gerçekleşir. Kadınlar için menstruasyon, gebelik ve doğum, dehşeti temsil eden terimlerdir. Yüksek Hayvanlarda ise bu tür şeyler rahatsızlık bile değildir.

Biçim olarak bir Bengal kaplanına baksanıza; onun o zarafet, güzellik, fiziki kusursuzluk ve ihtişam timsali oluşuna; ve sonra bir de insan evladına bakın, o zavallı şeye. O, Peruklu Hayvan, Cerrah Testeresiyle Biçim Verilmiş Bir Kafatası, Trompet Kulaklar, Cam Gözler, Mukavva Bir Burun, Porselen Dişler, Gümüş Nefes Borusu, Tahta Bacaklardır; yani tepeden tırnağa her yeri tamir edilmiş ve yamalanmış bir yaratıktır o. Şayet antikalarını yenilemeyecek olsa öbür dünyada neye benzeyecektir acaba, bir düşünsenize!?

Onun sadece bir tek muazzam üstünlüğü vardır; zekâca en üstün olandır o. Yüksek hayvanlar akıl mevzubahis olduğunda ona yetişemezler. Ne tuhaftır ki ona üstünlüğünün tadını çıkarma şansı tanınan hiçbir cennet teklif edilmemiştir. Kendisi bir cennet hayal ettiğinde bile, orada entelektüel zevkler için hiçbir zaman bir düzenleme yapmamıştır. Doğrusu bu dikkate şayan bir ihmaldir. Cennetin sadece Yüksek Hayvanların hizmetinde olması, zımni (örtük) bir itiraf gibi görünüyor. Bu düşünülmesi gereken bir meseledir; hem de çok ciddi bir şekilde düşünülmesi gereken bir mesele. Ve kasvetli bir ima ile yüklüdür: Belki de daha en başından beri sandığımız kadar önemli değilizdir. 


Metni Türkçeye kazandıran: Serdar Taş – 07.10.2024

Tags: ,


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑