Kürt sorunu çözülüyor mu? | Halil Gündoğan
Tarihsel bağlamı içerisinde, “Kürt sorunu” olarak kodlanan sorunun özü tam olarak şudur: Kürt sorunu her şeyden önce bir ulus olarak kendi kaderini belirleme hakkı elinden alınmış, yurdu dört parçaya bölünmek suretiyle ulusal birliği ve yurdu parçalanmış, bulunduğu her bir parçadaki egemen ulus devletçe temel ulusal haklarını kullanması yasaklanmış, dili zincire vurulmuş, zorlan asimilasyona tabi tutularak egemen ulusa dahil edilmek istenmiş ve her hak talebinde defalarca kez kitlesel kıyımlardan, sürgünlerden ve yıkımlardan geçirilmiş bir halkın ağıtı olduğu kadar, ulusal kurtuluşunu sağlama isyanıdır. Siyasal literatürde bunun kavramsal olarak “sömürge”, “sömürge ötesi bir sömürge” veya “ezilen bağımlı ulus” vb. olarak ifade ediliyor olmasının çokta tayin edici bir önemi yok aslında. Çünkü Kürt sorunun bu olgusal gerçekliğinden ötürü, bu tanımlamaların her biri, zorunlu olarak bu özü içerir.
Kürt sorunun “sorun” olmaktan çıkması
Doğallığıyla anlaşılacağı ve kabul edileceği üzere, bu karakterli bir sorun gerçek tam çözümünü ancak ki sorunu “sorun” olarak var eden etmenlerin ortadan kaldırılarak, zıddına dönüşmesinin sağlanmasıyla bulabilir. Yani ulusların kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesi hakkının, kayıtsız koşulsuz olarak Kürtlere de tanınması ve buna saygı duyulmasıyla bu sorun “sorun” olmaktan böylece çıkabilir. Bunun dışındaki konjonktürel kısmi çözümler ancak ki “ara çözümler” olabilir. Sorun, talep ettiği gerçek çözümle buluşmadıkça; her seferinde bir şekilde yeniden “güncel sorun” olarak kendisini var etmeye ve çözüm talep etmeye devam edecektir. Ta ki toplumların ulusal topluluklar olarak örgütlenmelerini gerektiren koşullar ortadan kalkıncaya kadar sorunun ana yönelimi böyle kalmaya devam edecektir.
Bu, sübjektif bir niyet beyanı olarak değil; eşyanın tabiatı gereği olarak böyledir. Bunun böyle bir özellik arz ettiğini, yakın dönem olarak, hem SSCB’nin ve Yugoslavya’nın dağılmasıyla adeta vahşice hortlayan burjuva milliyetçi hezeyanlarla her birinin kendi burjuva devletlerinin “bağımsızlığına” yönelmeleri ve hem de toprak/sınır vb. hak iddialarıyla kardeş halkları birbirine boğazlatan “ulusal savaşlara” yönelmelerinden ve keza hem de burjuva demokrasisi altındaki çok uluslu devletlerin, örneğin Büyük Britanya, Belçika, Fransa vs. gibilerinde baş gösteren ayrılma taleplerinin sona ermemiş olmasından da anlamak zor olmasa gerek.
Öcalan’ın “yeni” paradigmasında Kürt sorununu
Kuşkusuz ki tarihsel-toplumsal olay ve olgular dönem önderleri ve siyasi aktörlerinin gerçekleri ters yüz eden keyfiyetçi “paradigmaları” veya oluşturdukları “yüzyılın manifestoları” ile tanımlanamaz. Onlar, kendilerini deha ve peygamber addeden bu megaloman şahsiyetlerin yarattığı yapay-zorlama kalıplara sıkıştırılamaz. Çünkü er ya da geç olgu ve olayların gerçekliği bu hileli tanım ve kalıpları aşıp, öz gerçeklikleriyle arzu endam eder. Mesela nasıl ki Kürtleri yok saymak için Türk Tarih Kurumu profesörlerine kıytırıktan masalımsı “tarih tezleri” yazdırılarak Kürtlerin öz be öz Türk etnik kökeninden olduğu “bilimsel yalanı” paçavraya döndüyse, ya da nasıl ki kitlesel kıyımlar, göçertmeler ve Türk nüfusu içinde, okulda ve kışlada asimile ederek eritme politikaları yeni Kürt isyanlarının önünü alamadıysa, nasıl ki “Ölmüş-bitmiş Kürtleri ben yeniden diriltip var ettim” diyen Öcalan’ı da örgütünü ve 29. Kürt isyanını da var eden nesnel temel oldu/olabildiyse; Öcalan’ın geldiği aşamada Kürt sorununu temel özünden kopartarak yok sayan “yeni” paradigmasına da elbette nanik yapma kudretinde olduğunu gösterecektir.
27 Şubat’ta kamuoyuyla paylaşılan “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” başlıklı metninde Öcalan’ın Kürt sorununu oturttuğu zemin ve ona çizdiği çerçeve, esas olarak Kürt-Türk ilişkilerinin yeniden tesisi bağlamındadır. (*) Bu ele alış zaten otomatik olarak Kürtlerin, bir ulus olarak tıpkı kardeşleri Türkler gibi, işgal ve ilhaktan kurtarılmış kendi yurtlarında kendi dilleri ve bayraklarıyla, kendi idari sistemleriyle, bağımsız bir devlet olarak var olabilme haklarını kategorik olarak dışlıyor. Oysa bu, sorunun tüm kapsam ve özüdür. Bunun es geçilip, sorunun; “tarihsel kardeşlik ilişkisinin” öncelikle “Kapitalist modernitenin” dayattığı ulus devlet projesiyle, ardından da “Cumhuriyetin tek tipçi yorumlarıyla” gündeme gelen “Kürt realitesinin inkârı, başta ifade olmak üzere özgürlükler konusunda yasaklardan kaynaklı”, normal “aile içi”, “kardeşler arası” gerginlikler ve birbirini zorlamalar olarak tanımlanıp çerçevelendirilmesiyle, o bahsi edilen “inkâr siyasetinin” bu kez de Kürtlerin içinden birilerince devamının sağlanmasından başka bir şey olmaz.
Nitekim Öcalan Kürt sorunun siyasi özünü oluşturan ve sorunu, “sorun” olarak var eden temel etmen olarak kendi kaderini tayin etme hakkının ifadesi olan “ayrı ulus-devlet (bu ifade ediş şayet bariz bir yazım hatası değilse, tire işaretli bu ifade “ulus devlet” kavramı ötesinde ayrı bir ulus ve devleti ifade eder. Bn.) federasyon, idari özerklik” gibi tüm formatlarını ve hatta bir halkın ulusal kimliği ve benliğinin oluşturucu ana öğesi olan kültürel haklarını dahi; “tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır.” şeklinde ifade ettiği böylesi garabet bir gerekçeyle kaldırıp bir kenara fırlatmaktadır.
Dolayısıyla da buradan hareketle şunun söylenmesi yanlış olmayacaktır: Öcalan için, temel hakları elinden alınmış bir ulusun ulusal kurtuluş davası artık güncel bir sorun olmaktan çıkmıştır. Bunun yerini, “Kapitalist modernitenin” temelini dinamitlediği ve Cumhuriyetin tekçi baskıcı tarzının da kopuşu iyice derinleştirdiği tarihi Kürt-Türk kardeşliğinin/İttifakının reorganizasyonu temel sorunu almıştır. Nitekim bunu şu sözlerle ifade eder: “Günümüzde çok kırılgan hâl alan tarihsel ilişkiyi, kardeşlik ruhu içinde inançları da göz ardı etmeden yeniden düzenlemek esas görevdir.” (*)
Öcalan’ın “yeni” paradigmasında sorunun çözümü
Öcalan ve benzeri aşırı derecede uç erk sahiplerinin temel taktiklerindendir: Bir şeye istediği formatı verebilmek için önce yıkıp hiçleştirir, sonra da onun kurtarıcı yaratanı olarak yeniden tanımlarlar. Öcalan bu temel “dönüştürme-yaratıp var etme paradigması” ile önce kendisini yeniden tanımlayıp, modern zaman peygamberi olarak var eder. Etrafına topladığı kadro ve militanları önce hiçleştirir, sonra “Apocu kişilikte” yeniden var eder. Kendisinin müdahalesine kadar Kürt toplumu çürümekte olan bir mevtadır. Onu bizzat kendisi bu yok oluştan çekip alır ve gurur, haysiyet ve kişilik sahibi yapar. Vs. vs. Her şeyin muktediri tapınılacak “önderlik” mitinin (bir başka ifadeyle efsanesinin) oluşması da önemli oranda bu sürecin eseridir.
Öcalan şimdi de “yeni” paradigması için zemin oluşturabilmek için, Kürt ulusunun varlığı, hakları ve kurtuluş yolu adına yaratıp var ettiğini söylediği tüm o “kutsal” değer ve stratejileri, “tarihi bir yanılgı” olarak “tu kaka” ilan ederek işe başlıyor. Bunu yapmak zorunda da çünkü başka türlü “işi kitabına uydurmakta” başarısız olur.
Ne diyordu yukarıya alınan pasajda? “Ayrı bir ulus” da bağımsız devlet de keza egemen ulus devleti çatısı altında federasyon veya idari özerklik gibi siyasi statüler de hatta “kültürel özerklik” türü istemler de artık “tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır.” diyerek, demiri tavına getirmiş oluyor. Böylece “yeni” paradigmanın inşası için zemin hazırlanmış oluyor.
Öcalan’a göre sürecin ve “zamanın ruhuna” en uygun ideal çözüm artık şudur: Bin yıllık kardeşimiz Türklerden ayrılıp ayrı ulus olma ve ayrı bir devlet kurma sevdasından artık vaz geçin. Hepimiz kardeşiz, Lozan ile elimizden alınan Misakı Milli kapsamındaki bu topraklar ortak vatanımızdır. Bu topraklar üzerinde sürekli çatışmalar vesilesi olan farklı ulusal kimliklerle var olmaya çalışmak anlamsızdır. Biz de tıpkı ABD ve İsviçre’de olduğu gibi tek bir ulus olarak tanımlayabiliriz kendimizi. Ben, “kapitalist modernitenin” dayattığı “ulus devlet” modelini reddederek buna “demokratik ulus” diyorum. Bunun için tek ihtiyacımız, emperyalistlerin bozmaya çalıştığı bin yıllık Kürt-Türk kardeşliğini yeniden oluşturmak ve el birliğiyle Cumhuriyeti demokratikleştirmek ve böylece demokratik bir toplumda kimliklere ve inançlara saygı temelinde kardeşçe yaşamak. Kimin hangi etnik kökenden olduğunun bir önemi yoktur; herkes kardeşlik hukuku gereği eşit anayasal vatandaşlık bağıyla özgürce yaşama imkânına kavuşacaktır… Bunlara başarabilirsek, “ortak devletimizi” bölgenin lider gücü yapabilir ve böylece her türlü emperyalist oyunu da Allah’ın izni ve damarlarımızdaki asil kardeş kanıyla bozabiliriz. (Mealen özetlenen bu görüş ve yaklaşımlar için Öcalan’ın İmralı Savunması ve “Demokratik Cumhuriyet ile Birlik Projesi” kitabına ve konuya dair benim önceki makalelerime bakılabilir.)
Görüleceği gibi Öcalan’ın Kürt sorununa ve çözümüne ilişkin geliştirdiği “yeni” paradigma, Kürtleri tüm temel ulusal haklarından vaz geçirerek; karşı olduğunu söylediği “kapitalist modernitenin” çocuğu olan bir başka ulusa ve onun egemenlik aygıtı olan ulus devletine entegre etme plan ve stratejisinden ibarettir. Dolayısıyla da kısmi rahatlamalar dışında, bu “çözüm” tarzıyla sorunun, temel içeriğiyle çözüme kavuşmayacağını söylemenin bile abes kaçacağı kendiliğinden anlaşılır olmaz mı acaba?
(*) (https://www.demparti.org.tr/tr/baris-ve-demokratik-toplum-cagrisi/20769/)
Forum: Halil Gündoğan – 26.05.2025