Makaleler

Published on Nisan 15th, 2025

0

Müzakere, mücadele, barışı toplumsallaştırma… | Hasan Ozan İltemur


Beğensek de beğenmesek de devlet-Saray-İmralı üzerinden başlayan bir “süreç”le; diktatörlük ve faşist şefleri tarafından “Terörsüz Türkiye”, Kürt yurtsever hareketi tarafından “Demokratik toplum” süreci olarak nitelenen bir süreçle karşı karşıyayız. Her ne kadar bu sürecin içeriği hakkında netleşmiş bir şey olmasa da, süreci başlatanların aynı şeyi düşündüğü ve hedeflediği söylenemez. KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık’ın, BBC Farsça’ya yaptığı açıklamalar önemlidir. Bayık’ın açıklamasında yer alan, İmralı’daki görüşmelerin içeriğinden haberdar değiliz vurgusu oldukça dikkat çekicidir ve sürecin net olmadığı, kafa karışıklığı, kuşku yarattığı ekseninde yaptığımız eleştirel değerlendirmelerin haklılığını göstermektedir.

Başlayan sürecin halkların birleşik mücadelesi ve “barışın toplumsallaştırılması” bağlamında ciddi sorunlar yaratacağı da görülmektedir. Bu bağlamın “Müzakere ve mücadele” ilişkisinde ortaya çıktığı görülüyor.

Bakırhan’ın “Bizim başka önceliğimiz var, barışı toplumsallaştırmak.” açıklaması halkların birleşik mücadelesinin geliştirilmesini ve böylece “barışın toplumsallaştırılması”nı önleyecek gerçek bir tehlikeye işaret etmektedir. Erdoğancı dinci faşist diktatörlüğün “Böl ve yönet” politikası, bu yeni süreçte de sonuna dek yürürlükte kalacağını biliyoruz. Bakırhan’ın açıklamasının, dinci faşist iktidarın Kürt dinamiğini ve mücadelesini Batı merkezli anti-faşist toplumsal mücadele dinamiğinden uzaklaştırma, hatta karşı karşıya getirme politikasına alan açtığı görülmelidir. Bakırhan açıklamasında ortaya çıkan politik tutum, tesadüfi ve kişisel olmaktan çok uzaktır. O, bir eğilimi, bir yönelimi, nesnel olarak dar ulusalcı/milliyetçi bir uzanımı dile getirmektedir.

Devlet ve Saray’ın Öcalan’la başlattığı süreç, DEM’i de sınırlayan karaktere sahiptir. Kuşkusuz ki, yurtsever hareket, DEM başlamış olan süreci yok sayarak hareket edemez. Ancak Saray kurduğu oyun planıyla, devreye soktuğu strateji ve taktiklerle, Kürt halk hareketi ile Türk halk hareketinin buluşmasını, ortaklaşmasını, birleşik bir mücadele cephesine dönüşmesini ve gelişmesini önlemeyi hedeflemektedir. Bu oyuna düşmemek gerekir. Dinci faşist iktidar, yurtsever hareketin, DEM’in, bileşenlerinin hararetle savunduğu, geliştirmeye çalıştıkları “Üçüncü Yol” politikasını tasfiye etmeyi hedeflemektedir. DEM’in “barış” ya da başlatılmış olan süreci gerekçe göstererek 19 Mart’da İstanbul merkezli Batıda patlak verip Türkiye sathında gelişen anti-faşist yükselişle, değerli ama dayanışma açıklamalarının ötesine pek de geçmeyen politik tutumlar sergilemesi, kaçınılmaz olarak tam da buna hizmet etmektedir. Sorun “Müzakere mi mücadele mi?” ikilemine mahkum edilemez. Henüz ne olduğu aydınlanmamış, derin ve kapsamlı kafa karışıklığı ve güvensizlik üreten “süreç”, halklar ve yurtsever hareket bakımından çok tehlikeli bir dönemin açık işaretlerini vermektedir. Bu tehlike ve tehditlerin boşa çıkarılarak sürecin Kürt halkının lehine geliştirilebilmesi ise iki ulustan ve ulusal topluluklardan işçilerin, halkın ve ezilenlerin mücadelesine bağlıdır.

Bunu görmemek ya da tek yanlı yaklaşımın Kürt hareketine bir yararı olmayacağı açıktır. Diktatörlük ve faşist şefleri Kürt halkının demokratik barış, demokratik çözüm hissiyatını, taleplerini kullanarak Kürt halkını pasifize etmeye, bir biçimde yedeklemeye çalışmaktadır. Bu olguyu göz önüne aldığımızda, güncelde 19 Mart tarihinde patlak veren anti-faşist hareketle, üstelik milyonlara yayılmış bir hareketle, “barış ve müzakere” görüşmelerini karşı karşıya koyarak meseleye yaklaşmak dinci faşist iktidarın elini güçlendirmektedir ve güçlendirecektir.

Vurgulanması gerekir ki, Kürt halkı bu süreçte Türk halkıyla, Batıda gelişen anti-faşist yükselişle birleşik hareket etmekle elini güçlendirecektir. Bunu yapmamak, araya mesafe koymak  “Barışı toplumsallaştırma” görevine de aykırıdır. Şu an sürmekte olan sürecin ana yapısı anti-faşist karakterde bir barışın toplumsallaştırılmasının önünde engeldir. Tepeden işi bitirme yöntemi ve politikasıyla “barışı toplumsallaştırmak” olanaklı değildir.Batıda, daha özgün hedeflerle CHP’yi özel olarak hedefleyen operasyon ve terör saldırısının “Kent uzlaşısı”nı hedef alması, “terörle işbirliği”, “bölücü teröre yataklık” iddialarıyla, “Terörsüz Türkiye” propagandası eşliğinde geliştirilmesi bile tek başına bu konuda bize fikir vermektedir. Dinci faşist iktidarın bu saldırılarının Kürt halkını, Türk ve Kürt halkları nezdinde tabanda kurduğu ya da kurabileceği yakınlaşmayı, dahası, Kürt halkının Türk halkıyla birlikte barışı toplumsallaştırmasını engellemeyi hedeflediği de açıktır. Bu politikanın Saray’ın “yeni barış süreci”yle kurduğu “oyun planı”yla ve saldırgan strateji ve taktikleriyle bağlı olduğu açıktır.

Barışın toplumsallaştırılmasının önündeki temel engel, dinci faşist iktidar  ve dayattığı işi tepeden bitirme politikasıdır. İmralı’nın hesabı ne olursa olsun, bu politikaya verilmiş destek yanlıştır.

Dinci faşist diktatörlük ve yönetim merkezi Saray, iç ve dış hedeflerine ulaşmak ve iktidarın sürekliliği için yolu açmaya, dikensiz gül bahçesi oluşturmaya çalışıyor ama 19 Mart ve sonrası eyleme geçen milyonların hareketi bu hesapları ve yönelimi boşa çıkarmanın yolunu gösterdi…

Bu süreçte DEM’in Batıda başlamış olan halk hareketine destek açıklamasına karşın örgütlü bir tarzda sürece katılmaması ya da sınırlı katılması, dayanışmacılığın ötesine geçmemesi halkları bekleyen tehlike ve tehditleri açıkça yansıtmaktadır. Bakırhan’ın “Bizim önceliğimiz barışı toplumsallaştırmaktır” açıklaması ortaya konulan ve koyulmak istenen mesafenin çarpıcı bir formülasyonudur. Bilakis ABD, TC, Saray, İmralı merkezli tepeden “işi bitirme” politikasının doğrudan doğruya “barışı toplumsallaştırma”nın önünde engel oluşturduğu açıktır. Kapalı kapılar arkasında kalan, halklar nezdinde demokratik tartışma ve sorgulamayı önleyen, böylece “barışın toplumsallaşmasını engelleyen bir süreçten ne demokratik barış ne de demokratik çözüm çıkar. Kaldı ki, devlet ve Erdoğan’ın Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümü gibi bir gündemi de yoktur. Başta Erdoğan olmak üzere, haksız, kirli, sömürgeci savaşın taraflarının “işi tepeden bitirme” politikası da bu gerçeğin ifadesidir.

Batıda patlak veren anti-faşist kitle hareketi CHP’yle ve CHP kitlesiyle sınırlı değildir. Bilakis CHP’yi aşan, CHP’yi de ileri taşıyan, Özer’i “Haydi sokaklara, faşizme karşı mücadeleye”, “Mitinge değil eyleme geldik” dedirten bir kitledir söz konusu kitle. Bu hareketin içinde yer almak, “Üçüncü Yol” politikasıyla yol açmaya çalışmak, hareketi birleşik geliştirmek herhangi biçimde CHP’li olmak, CHP’ye tabi olmak anlamına da gelmemektedir. Bu tip yorumlar, buna kapı açan ve teşvik eden yorumlar ve ajitasyon oportünist niteliktedir. Faşizme karşı öfkeyle sokaklara çıkan ve Saray’a ağır darbeler indiren dev kitleleri salt CHP’nin kitlesiymiş gibi sunan bir kafa aslında bir yandan Erdoğan’ın CHP’yi kriminalize ederek sağcı kitleleri etrafında toplama savaşımına güç taşımakta, diğer yandan da CHP’ye değerli bir hizmet sunmaktadır. Bakırhan’ın “Biz CHP’nin eylemci kitlesi değiliz” açıklaması, zayıflığının farkında olan birisinin söyleyebileceği bir sözdür ancak. Zaman zaman izlediği taktiksel bağlaşma ve manevralar, bazı önemli zaafları DEM’i ve kitlesini CHP’li, CHP kitlesi yapmamıştır ve yapmaz da. DEM kitlesinin nasıl bir kitle olduğu ise zaten biliniyor.

Son yıllarda, bütün sorunlara karşın, CHP ve HDP-DEM kitlesi arasında olumlu bir etkileşim ve yakınlaşma ortaya çıktı. “Kent uzlaşısı” aynı zamanda bu yakınlaşma-etkileşim-tanışmanın açık bir biçimi ve yansıması oldu. CHP’nin tabanı emekçi bir taban. Bu tabanın Erdoğan tarafından şamar oğlanına çevrilmiş CHP’nin bürokratik ve tutarsız yönetimine ve dinci faşist iktidar karşısındaki pasif ve uzlaşıcı politikasına karşı gitgide büyüyen tepkisi vardı. Bu tepki CHP gençliğinde daha belirgindi. Patlak veren son halk hareketinde CHP’nin giderek aktifleşmesinde ve önde gelen pozisyona geçmesinde büyük kitlelerin ve gençliğin harekete geçmesinin temel rolünün yanı sıra, kendi tabanının, özelde genç tabanının özgül bir ağırlığı oldu. Bu gerçekleri görmezden gelmemek gerekir. Tutarlı demokratik ve anti-faşist çizgide bu tabana seslenmek ve yakınlaşmak imkanlarını yitirmemek bakımından da DEM’in “Müzakere” gerekçesiyle anti-faşist yükselişten uzak kalmaması, dahası, daha özgül politikalarla, “cephe gerisi”ni geliştirmeye önem vermesi gerekir. Bu bağlamda sorunun esasını CHP ile ittifak değil, CHP kitlesine hitap etme kabiliyetini geliştirerek bir de bu yoldan halkların tabandan buluşmasını, barışın toplumsallaştırılmasını teşvik etmektir…

Patlak vermiş hareket nezdinde milyonların eylemleriyle örgütlü ve aktif ilişkilenmek, öncü pozisyondan müdahale etmek, ulusal ve sınıfsal talepleri, ulusal eşitlik ve demokratik barış istemlerini tam bir tutarlılıkla kitle hareketine taşımanın CHP’li olmakla, “CHP’nin eylemci kitlesi” olmakla anlamlandırılamayacağı herkes nezdinde açık olmalıdır. Aslında bu tutum, “müzakare” gerekçesine sığınarak gelişen anti-faşist hareketle araya konulmak istenen mesafenin ifade biçimidir. Bu tutum, başta Kürt halkı olmak üzere halklara kaybettirir. “Batıyı kazanarak” demokratik barış talebini toplumsallaştırmayı önler. Doğu ve Batının birleşik mücadele gücünü açığa çıkarıp “müzakare” sürecinde faşist karşı-devrimi zayıflatarak sürecin halklar lehine geliştirilmesi fırsatının yitirilmesine hizmet eder.

Bakırhan’ın Erdoğan-Bahçeli cephesinden gelen kirli psikolojik savaş baskısı karşısında yapmak zorunda kaldığı şu açıklamayı birlikte okuyalım:

Aslında ‘DEM Parti bu sürecin karşısında’ derken aslında bizim oradaki duruşumuzu eleştiriyorlar. Ne yapacağız biz? Kayım atanınca iyi mi ettiniz diyeceğiz? Türkiye’nin 1. partisi olmuş bir önceki seçimde. Demeyecek miyiz geçmiş olsun diye? Bunun karşısında durduğumuzu kendilerine iletmeyecek miyiz?

Bu açıklama, Erdoğan ve faşist iktidarın hangi beklentiler içerisinde hareket ettiğini göstermektedir. Bu açıklama, DEM ve Kürt halkı üzerindeki politik baskı ve psikolojik savaşın hedef ve manevralarına tercüman olmaktadır. Bu baskı sistemli devam edecektir. Tıpkı, Öcalan’ın kamuoyuna sunulan açıklamasından hemen sonra, üstelik hiçbir adım atmaya yanaşmadan başlatılan ve hala, “Hemen kendinizi fesh edin. Hemen gelip devletin şefkatli adaletine sığının. Ateşkes-mateşkes yok. Yoksa hepinizi yok ederiz” minvalinde yürütülen kirli psikolojik savaş örneğinde olduğu gibi. Erdoğan-Bahçeli’den, mafya-narko-terör-soykırım merkezi Saray’dan başka ne beklenir ki!!! Bu vb. oyunları ve saldırıları bozacak en önemli şey, halkların birleşik mücadelesidir. Barışın toplumsallaştırılmasının yolu da buradan geçmektedir. Bu temel olmadıkça, bu temele sağlamca basılmadıkça, diplomasiyle, diplomatik açıklamalar ve övgülerle, burjuva partilerle yapılan görüşmelerle, “onlar da olumlu yaklaşıyor” türünden açıklamalarla barış toplumsallaştırılamaz. Bu tip görüşmeler, diplomatik açıklamalar da gereklidir, kaçınılmazdır ama işin esasını da oluşturmadığı görülmelidir…

Açık ve kesin olan şey şudur: Dinci faşist iktidar ve özel savaş aygıtı, bütün gücüyle Kürt halkını, yurtsever Kürt hareketini, DEM’i Türk halk mücadelesinden, Türkiye devrimci hareketinden, iki halkın mücadelesinin ortaklaşmasından alıkoymak için “yeni süreç”i tepe tepe kullanacaktır. Bakırhan’ın söz konusu yakınmalarının da sonu gelmeyecektir.

Gezi Haziran Halk Ayaklanması döneminde (2013) on milyonların kitlesel hareketine rağmen yurtsever hareketin ve HDP’nin “barış görüşmeleri ve çözüm” gerekçesiyle araya koyduğu mesafeyi ve olumsuz sonuçlarını hepimiz hatırlıyoruz. Aynı şey bir kez daha gündemde. Kürt halkı ve gençliği Haziran Ayaklanması’na onbinler, yüzbinler halinde katılmasına karşın, yurtsever hareket (ve HDP) bu tarihi ve siyasal önemi oldukça büyük olan dönemeçte sürece örgütlü ve militanca katılmadı. Aynı politik tutum ve duruş günümüz koşullarında bir kez daha gündemleşmiş bulunuyor.

Bu çelişkiden kaynaklanan ciddi sorunlar yeni süreçte de gündemde olacaktır. Bu süreçte Kürt yurtsever hareketinin özgün taktikler izlemesi anlaşılırdır ama bu özgünlük, Batıda patlak veren, gelişme potansiyeli yüksek kitle hareketine ve benzeri “sosyal patlama”lara örgütlü bir inisiyatifle öncü konumdan katılmaktan uzak durmaya yol açmamalıdır.

Dar ulusal hedeflere doğru geri çekilme ve kendini sınırlama Kürt halkının lehine değildir. Kuşkusuz bunun İmralı irade kırılmasına dayanan nedeni, nedenleri var… Fakat HDP-DEM programı tutarlı demokratik içeriğe sahip anti-faşist bir programdır. Bu program siyasal özgürlükçü, kadın özgürlükçü, ekolojik içerikli, halkların birleşik mücadelesini hedefleyen, faşizm ve sermayeye karşı ekmek, özgürlük, adalet, ulusal eşitlik taleplerini birleştiren bir mücadele çizgisini ifade etmektedir. DEM programına ve hedeflerine bağlı kalındığı koşullarda Batıdaki hareketten uzak kalmak, tanık olduğumuz mesafe politikasıyla davranmak olanaklı değildir. Mesafe koymak demek, DEM programı ile araya konulan mesafe demektir aynı zamanda…

Başlamış olan “müzakere”ler gerekçe gösterilerek söz konusu tutarlı anti-faşist demokratik çizgiden uzaklaşma eğilimi, dar ulusal taleplere doğru çekilme eğilimi, halkların birleşik aktif politik hareketini geliştirmenin önüne çıkan veya çıkabilecek bu eğilim, Kürt halkının değil, Kürt ulusal burjuvazisinin eğilimini ifade etmektedir. Burada sorun, Kürt ulusal taleplerinin “müzakere” gerekçesiyle daha fazla öne çekilmesi değil, bu bağlamda bir sorun yok; sorun, ulusal talebin/taleplerin halkların ortak sorunları, halkların birlik ve dayanışmasını kurmanın zeminini oluşturan ekmek, özgürlük, toplumsal adalet talepleriyle birlikte ele alınmaması ya da önemsizleştirilmesinin halkların mücadelesinin ortaklaşmasına karşı mesafeli bir tutumla iç içe geçmesidir. Oysa ulusal eşitlik talebinin işçi sınıfının, halkların, ezilenlerin talepleriyle iç içe ele alınması, birleşik savaşımın geliştirilmesine hizmet edecektir. Kürt ulusal istemlerinin daha derin ve kapsamlı bir temel üzerinde iradeleşmesine yolu açacaktır. Böylece geniş bir bağlaşmaya ve “cephe gerisine”ne dayanılarak “müzakere” çerçevesinde süren ve sürecek savaşım alanında da, Kürt hareketinin ve Öcalan’ın eli güçlenecektir. Saray ve ittifakları üzerinde doğacak baskıyla kurulan tuzaklar boşa çıkarılabilecektir.

Normalde Kürt yurtsever hareketinin, Batıda patlak veren ve gelişen anti-faşist mücadele ile bir ittifak ilişkisi içerisinde etkin tarzda ilişkilenerek yürümesi gerekir. Bu ilişkinin pasif değil, aktif olması gerekir. Bir tür “tarafsızlık” politikası tümüyle yanlıştır. Batıda ayağa kalkan hareket, eğer doğru ele alınırsa, aslında İmralı ve Dağ’ın elini güçlendirecektir. Eleştirdiğimiz hareket tarzının izlenmesinin birçok etkeni var kuşkusuz, ama son tahlilde mesele gelip “İmralı paradigması”na, hatta bu kez, söz konusu paradigmanın da gerisine düşülme yönelimine dayanmaktadır… Bu bağlamda sorunu Öcalan çizgisi ve yönelimleri temelinde ele almak yerine, liberal ve pragmatik bir tutumla Öcalan çizgisi ve yöneliminden bahsetmeden DEM’i öne çekerek dolaylı ama keskin eleştiriler yapmak yönteminin de eleştirilmesi gerektiği açıktır. Birleşik mücadele ideolojik ayrılıkların üstünü örtmemeli ve komünist, devrimci eleştiri gücü kendini her zaman ortaya koymalıdır.

Kanımızca, “barış süreci”yle, “müzakere süreci”yle sokaklar, coğrafyamızın dört bir yanını saracak birleşik kitle eylemleri karşı karşıya konulamaz. Bu, çok tehlikeli bir durumdur. Bunu isteyen ve dayatan Erdoğancı dinci faşist diktatörlüktür. Aksine, bu süreçte devlet ve “Cumhur ittifakı” ve Saray üzerinde politik ve toplumsal baskının derin ve kapsamlı tarzda örgütlenmesi gerekir. “Barışı toplumsallaştırmak” ancak bu yoldan olanaklı hale gelebilir.

Batıda gelişen ya da gelişecek anti-faşist yükselişten veya mücadelelerden uzak kalmak veya durmak, “Türkiyelileşme”yi, “Türkiyelileşerek barışı toplumsallaştırma”yı darbeleyecek; şövenizmin hegemonyası altında olan geniş emekçi kitleleri kazanmayı zorlaştıracak, Türk milliyetçisi psikolojik savaşa güç taşıyacak ve ilerici kitlelerde ön yargıları büyütecektir. Yapılması gereken şey, “Üçüncü Yol”u çöp sepetine atmak değil, sınıfsal ve ulusal mücadelenin gerekleri doğrultusunda zenginleştirerek yürümek olmalıdır.

“Müzakere”, “demokratik barış”, “demokratik çözüm” meselesinin gündeme girdiği koşullarda, Kürt ulusal hareketinin taleplerinin güçlü bir tarzda vurgulanması, birleşik mücadelenin gerekleri ve gereksinmeleri ekseninde özgül taktikler izlenmesi, manevralar yapılması, propaganda ve ajitasyon dilinin Türk milliyetçiliğinin, şövenizmin, ulusal zulmün teşhirine özgün bir tarzda yoğunlaşması gerekir. Kuşkusuz ki bu politik ustalık ve yaratıcılık gerektirir. Öncülük iddiası ve misyonunun bu bağlamda da özgülleşerek somutlaşması gerekir. Yurtsever hareketin bu durum ve koşullarda ulusal istemlerini daha büyük bir güçle vurgulaması, taktiksel söyleminin özgülleşmesi, politik manevra gücünün özgünlük kazanması kaçınılmazdır ve bunda ters bir şey de yoktur. Bizim eleştirdiğimiz şey, ezen ve ezilen ulus gerçeğinde halkların birleşik mücadelesini sekteye uğratacak, geri çekecek, halklar nezdinde birleşik mücadelenin enerjisini açığa çıkararak yürümeyi zayıflatacak “mesafe koyma” gibi tutum ve davranışlardır. Dinci faşist diktatörlüğün İmralı, PKK, KCK’nın beklediği adımları atmadığı koşullarda, herhalükarda bu “mesafe” hikayesi, pratikte tam olarak karşılığını bulmayacaktır, ancak; devletin hesap-kitabı ne olursa olsun, çeşitli adımlar attığı ve sürecin ilerliyor göründüğü koşullarda şu “mesafe” meselesi daha yakıcı bir sorun olarak gündemleşecektir…

İşçi sınıfının, sömürülen kitlelerin, gençliğin, kadınların, ezilen kimliklerin ekmek, özgürlük, eşitlik, adalet taleplerinin Kürt ulusunun ulusal özgürlük talepleriyle ve mücadelesiyle birleştiği, gürül gürül çağlayan ortak bir nehire dönüştüğü oranda, bu, “barışı toplumsallaştıracak”, Kürtlerin de lehine sürecin önünü açacaktır. “Barışı toplumsallaştırma”nın ana muhattabı Saray ve devlet değildir. Saray ve devletle tepeden “anlaşarak” “işi çözme” yöntemiyle barış toplumsallaştırılamaz. Bu kuvvetlerle, şövenizmin hegemonyasında olan Türk halk yığınlarının geri eğilimleriyle uzlaşarak Türkiye’de demokratik anti-faşist çizgide “barışı toplumsallaştırmak” olanaklı değildir. Eğer “müzakare, barış, demokratik toplum” çizgisi, şöyle ya da böyle, gelip devletin, politik iktidarın, Türk halkının şövenist eğilimlerinin şöyle ya da böyle meşrulaşmasına dayanarak “barışın toplumsallaştırılması”na hizmet edecekse, buradan da barış ve demokrasi çıkmaz.

Kuşkusuz ki Kürt halkının, demokratik ve devrimci güçlerin, yurtsever hareketin “Barışın toplumsallaştırılması”ndan anladıkları ile devlet ve Saray’ın anladığı şey aynı değildir. Araya asla eşit işareti koyulamaz ve koyulmamalıdır. Kanımızca burada iki ayrı dünya karşı karşıyadır. Böyle de olsa, Öcalan merkezli bakış açısında, politik duruşta çok ciddi sorunlar olduğu ve bu bağlamın hele de “süreç”in görünürde ilerlemeye başladığı koşullarda daha açık ortaya çıkacağı şimdiden görülmelidir. Bu sorunun basit bir çözümü olmayacaktır. Son tahlilde iş gelip, politik güçler dengesine, bu dengelerin ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelesindeki yerine, etki gücüne bağlıdır. Ve tam da burada ana sorun, işçi sınıfının ve emekçilerin mücadelesine dayanan, süreci halkların lehine etkileyebilecek, yönlendirebilecek devrimci seçeneğin Türkiye cephesinde de inşa edilememiş olmasıdır…


Hasan Ozan İltemur – 15.04.2025

Tags:


About the Author



Comments are closed.

Back to Top ↑