Öcalan’ın açıklaması, yeni süreç, sarayın hesabı | Hasan Ozan
“Devlet köprü de olsa basıp geçme!” (Kürt anasözü)
VI) AÇIKLAMA ÜZERİNE BİRKAÇ ÖN NOT
VII) ÖCALAN AÇIKLAMASI VE BAZI GERÇEKLER
VIII) ROJAVA İMRALI’DA ELE ALINMADI MI?
IX) ELEŞTİRİ VE TARTIŞMA ÖZGÜRLÜĞÜNDEN VAZGEÇİLEMEZ
X) NE YAPMALI?
VI) AÇIKLAMA ÜZERİNE BİRKAÇ ÖN NOT
Öcalan’ın açıklaması çok yönlü ele alınabilir ama biz, belli bir çerçevede kalacağız. Öcalan’ın açıklamasında yer alan “1000 yıllık kardeşlik”, “Teori, program, strateji ve taktik olarak yüzyılın reel-sosyalist sistem gerçeğinin ağır etkisinde kalmıştır. 1990’larda reel–sosyalizmin iç nedenlerle çöküşü ve ülkede kimlik inkarının çözülüşü, ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler” değerlendirmelerine yazımızın kapsamını olağanüstü genişleteceği için girmeyeceğiz.
Ancak kabaca da olsa İmralı paradigmasının bazı temel gerçeklerini hatırlatmak gerekiyor.
Öcalan’a göre Marksizm-Leninizm, proletarya veproletarya devrimler çağı bitmiştir. Silahlı mücadele ve silahlı devrimler çağı artık mazide kalmıştır. Ulusların kendi kaderlerini özgürce tayin etme, ulusal devletlerini kurma mücadelesi gereksizleşmiştir. Ezilen ve sömürge bir ulusun ulusal devletini kurmak gibi bir hedefi olamaz. Kürtlerin ulusal devletlerini kurmak hedefi de yoktur ve olmamalıdır… Ulus devlet her kötülüğün kaynağıdır. “Reel sosyalizm”in etkisi altında ortaya çıkmış bu ilkeler ve hedefler, pratikler çökmüş, yanlışlığı açığa çıkmış, yeni çağın, “demokratik modernite” çağının zorunluluklarına, gereklerine, gereksinmelerine yanıt olmaktan çıkmıştır. Artık tek yöntem barışçıl demokratik yöntem, tek mücadele “radikal demokrasi” mücadelesidir. Görev kapitalizmi, burjuvaziyi, burjuva devletleri devrimlerle yıkmak değil, her kötülüğün kaynağı olan ulus devletleri demokratikleştirmektir. Tek yol “modernite”ye (kapitalizme) karşı “demokratik modernite” (demokratikleştirilmiş kapitalizm) uğruna mücadeledir.
Bu “paradigma” uluslararası (çok uluslu) tekellerin hegemonyası ve atılımıyla belirlenen neoliberal emperyalist dönemin gereksinmelerine yanıt olarak ortaya çıkan, devrim ve sosyalizm mücadelesini red ve inkar eden postmodernist ve onun bir biçimi olan post-Marksist liberal paradigmadır.
Dikkat çektiğimiz sol liberal paradigma, ilk kez Öcalan tarafından ortaya konulmuş değildir. Öcalan kendisinden önce ortaya çıkmış olan paradigmadan esinlenmiştir…
1989/91 kesitinde SSCB ve “Doğu bloku”nun beklenmeyen çöküşüyle dünya devriminin ağır yenilgisi dönemi açıldı. ÇUŞ’ların hızlı yükselişinin merkezinde bulunduğu emperyalist küreselleşme atılımı emperyalist dünya sistemini alt ve üst yapısıyla yeniden biçimlendirdi. 3. Bilimsel ve Teknolojik Devrim, dünya sisteminin yeniden biçimlenmesinin ileri teknik ve teknolojik temelini oluşturdu. Bu süreçte istisnasız olarak bütün sınıf ve tabakalar derin değişiklikler geçirerek yeniden yapılandı. Bu olgularla birlikte revizyonist/kapitalist kampın hızlı çöküşü ve dünya devriminin ağır yenilgisi “modern ortaçağ” dönemini başlattı. Uluslararası sermaye ve yedeğindeki siyasi akımlar kapitalizmin nihai zaferini ilan etti… Küresel çapta yenilgi ve dizginsiz karşı devrimin ürünü olan yeni tip burjuva ideolojik saldırganlık, değişik biçimlerde yerküremizi bir baştan diğer başa istila etti… “Tarihin sonu”, “Elveda devrim!”, “Elveda Marksizm-Leninizm!”, “Elveda proletarya!”, “Yaşasın yeni çağ!” sloganları bir kasırgaya dönüştü. Bu ideolojik ve politik saldırı dalgası yenilmişlerin saflarında yankılanmaya, giderek genelleşecek tarzda ilerici, devrimci, komünist değerlere reddiyenin ideolojik ve politik silahlarına dönüştü. Neoliberalizm, postmodernizm, postMarksizm burjuvazinin proletaryaya, emperyalizmin halklara, burjuva ideolojisinin proleter sosyalist (ve devrimci-demokratik) ideolojiye karşı geliştirdiği ideolojik-politik gerici saldırıların işlevli araçları oldu…
Son tahlilde “sol” biçimleriyle birlikte söz konusu paradigma, kapitalizme ve burjuva demokrasisine sadık kalarak “sol” demokratik mücadeleyle demokratik kazanımların çerçevesini genişletmeyi, emperyalist ve gerici devletleri demokratikleştirmeyi proletaryaya, halklara, ezilenlere dayattı.
Öcalan’ın benimseyip savunduğu paradigma, sivil toplumcu, anarşist, post-Marksist, reformist karekterini sol liberal küresel akımdan almaktadır ve kendi özgün deneyimlerinin de içerisine yedirildiği bir paradigmadan ibarettir. Bu paradigma, ulusal kurtuluşçu Kürt devrimi ve mücadelesinin ana gücü olan Kürt emekçilerine değil, nesnel olarak Kürt ulusal burjuvazisine (orta ve küçük burjuvazi) dayanmakta; son tahlilde bu sınıfların çıkarlarını ifade etmektedir.
PKK bir ulusal devrime dayanmaktadır. Kürt ulusal devrimi yalnızca Orta Doğu’da değil, küresel çapta güçlü etkiler yarattı. Devrimci-demokratik nitelikli “Kadın devrimi”, Öcalan liderliğindeki ulusal devrimin özgün ve güçlü karakteristiklerindendir. Bu mücadele, kazanım ve deneyimin devrimci ve komünist hareketin büyük bölümü üzerinde de eğitici rolü oldu. Kadın mücadelesinde somutlaşan atılım Öcalan’ın savunduğu paradigmaya içselleştirilmiştir. Keza Öcalan’ın geliştirdiği “Demokratik konfederalizm” politikası, dört parçaya bölünmüş Kürdistan koşullarına bağlı üretilmiş bir politikadır. Dolayısıyla Kürt ulusal devriminin bazı özgün karakteristikleri de eleştirdiğimiz sol liberal paradigmaya içselleştirilmiştir.
Uzatmayalım, post-Marksist, “demokratik sosyalist” sol liberal paradigma yeni değildir ama bu paradigma Öcalan’ın önderi bulunduğu ulusal kurtuluşçu Kürt devriminin özgün gerçeğiyle, onun gelişiminin belli evreleri ile birleştirilmiş biçimidir. Aynı zamanda Öcalan’ın tutsak düşmesiyle söz konusu paradigmada ifadesini bulan irade kırılmasının ifadesidir…
Yapılacak eleştiriler bir yana, Kürt ulusal hareketinin lideri Öcalan’ın gerek Kürt halkı gerekse de PKK üzerinde güçlü bir otoritesi var. Ulusal mücadelenin her bir gelişme aşamasında ve dört parçaya ve diasporaya yayılmış Kürt halk gerçeğinde bu otoritenin gücünü ve saygınlığını görmekteyiz. Bu ağırlık Öcalan’ın Kürt ulusal mücadelesinde liderlik yeteneğiyle, yol açıcılığı ile kazandığı saygınlıktan ve otoriteden gelmektedir. Öcalan otoritesinin gücü “başlamış olan süreç”te de açıktır… Öcalan ve yurtsever hareketin kişi kültü teori ve pratiği ve propagandası eleştirilmelidir ama bu zafiyet, büyük bir mücadelenin önderi ve simgesi haline gelmiş Öcalan’ın yerini yok saymaya, küçümsemeye dek gitmemelidir.
Bir gerçeğin unutulmaması ya da gözden kaçırılmaması gerekir; Öcalan’ın inisiyatif almasıyla başlayan süreç hakkında taraflar birbirinin “iyi niyet”ine, “samimiyetine” göre değil, sahadaki duruma göre hareket edeceklerdir. Ayrıca Öcalan’la devlet ve Saray adına yapılan görüşmelerin her bakımdan kamuoyuna yansıtılmasını beklememek gerektiği anlaşılıyor. Dahası, bu konuda Öcalan’ın “erken” bulduğu için bazı önemli bilgileri, hiç olmazsa bir kısmını, bu aşamada, tarafıyla paylaşmayacağını da sanıyoruz. Öcalan’ın statüsünün “Başmüzakerici” statüsünün ötesinde olduğunu biliyoruz. Ancak Öcalan’ın etkisi kadir-i mutlak bir etki de değildir. Öcalan kudreti tarihsel, nesnel sınırlarla, politik güç dengeleriyle, PKK ve Kürt halkının politik gerçekliğiyle sınırlanmıştır ya da bu otoritenin etki gücü, nesnel süreçler üzerindeki aktif etkiyle sınırlıdır.
VII) ÖCALAN AÇIKLAMASI VE BAZI GERÇEKLER
Bir Kürt anasözü/özlü söz şunu der: “Devlet köprü de olsa basıp geçme!” Bu özlü söz Kürt tarihinin deneyiminden süzülerek bugünlere gelmiştir. Her saniye hatırlanmalıdır. Kuşkusuz ki Öcalan’ın çağrısında yer alan “devletle bütünleşme” çağrısı en hafif ifadeyle yanlıştır. Proletarya ve halklara, ezilen toplumsal kesimlere, Kürt halkına yapılacak çağrı işbirlikçi Türk sermaye devletine, Türkiye halklarının baş düşmanı olan sermaye devletine karşı mücadeledir… PKK’yi ve Kürt ulusal mücadelesini bugünlere taşıyan şey, devletle bütünleşme değil, sömürgeci faşist devlete, ulusal zulme karşı başta silahlı mücadele olmak üzere, silahlı mücadele ve serhildanlar olmuştur. Kürt ulusal burjuvazisi ve küçük burjuvazisinin üst tabakalarının zenginleşmek ve kapitalist sistemin olanaklarından yararlanmak amacıyla devletle bütünleşmeye hazır olmasına karşın temel sınıfsal çıkarları itibarıyla Kürt işçi sınıfının, kent ve kır yoksullarının ve geniş emekçi kitlelerin devletle bütünleşmeye karşı olduğunu ve olacağını görmek gerekir…
Ayrıca eklemek isteriz ki, Kürt ulusunun kolektif kimliğinin tanınması, ”Kadın özgürlükçü, demokratik ve ekolojik paradigma”nın az-çok gerçekleşebilmesi bile devletle bütünleşerek değil, devlete karşı mücadeleyle mümkündür. Şu sözler Öcalan’a aitti: “Bu projemize göre ulus-devlet demokratikleştirilecektir. Devlete rağmen toplumu demokratikleştirmek gerekiyor.” Öcalan yeni paradigmasıyla ısrarla “Devlet dışı toplum örgütlenmesini değil de devleti eksen alan anlayışı”, anlayışları mahkum edegelmiş ve “Kürt halkının özgürlüğünün güvencesi ne devlet ne de devletçiklerdir.” diye de vurgulamış; devletle mücadele çizgisinde “komünalist”, “radikal demokrasi” strateji ve taktiklerine dayanan bir savaşı ön görmüştü. “Modernite”ye karşı “demokratik modernite” savaşımının ancak bu yoldan kazanılabileceğinin altını çizmişti.
Uzun yıllardır bu işin teorisi, pratiği, propagandası, ajitasyonu yapılageldi. Şimdi bunlar söylenmemiş gibi “Demokratik Toplum” adına “devletle bütünleşme” çağrısı yapılıyor. Böyle bir çağrı Kürt işçi sınıfının ve yoksullarının değil, Kürt ulusal burjuvazisinin çağrısı olabilir ancak. Böyle bir bütünleşmeyi iştahla bekleyen Kürt burjuvazisidir. Ulusal devrimci hareket geriye gidince ya da krize sürüklenince bu eğiliminin politika düzeyinde daha güçlü açığa çıktığını ve kendini dayattığını biliyoruz… “Kürt ve Türk ittifak”ın “yenilenmesi”yle TC’nin “Bölgenin en zengin ve güçlü demokratik devleti” haline geleceği propagandası da bu eğilimin ifadesidir. Bu propaganda ve analizin İmralı çizgisi ile doruk noktasına ulaştığını, şimdi bunu da aşarak “devletle bütünleşme” çağrısında ifadesini bulduğunu görüyoruz. Bu perspektif ve propagandanın aynı zamanda Türk egemen sınıflarının emperyal yayılmacı hedeflerine, neo-Osmanlıcılığan, jeopolitiğine olumlu ve kışkırtıcı seslendiğini görmemek için kör ve sağır olamak gerekir. Ancak bu savunuda geçtik devrimciliği ilerici olan hiçbir şey yoktur… PKK’nin sömürgeci faşist diktatörlükle Kürt halkı arasındaki keskin çelişkiye devrimci pratikte ifadesini bulan mücadele ve müdahalesini vurgularken, eleştirdiğimiz perspektif ve hedefin özellikle gelecek üzerindeki etki gücünü görmezden gelmek de oportünizmdir.
Öcalan’ın sosyal reforumcu paradigmasında devletle mücadele bağlamı da doğrudan Öcalan’dan yapılan alıntılar içererek yazılmış KCK Sözleşmesinde de yer almaktadır. Örneğin;
“… Koma Civakên Kurdistan Sözleşmesi temelinde gelişecek demokratik sistem özgürlüklerin geliştiği çok verimli bir vaha haline gelecektir. Bu yapılanma komünal demokrasiye göre örgütlenmiş, sivil-yatay toplulukların, toplumsallaşmanın oluşumu, eşit özgür bir arada yaşaması, kendisini devlete ihtiyaç duymadan iş ve rol koordinasyonları ile demokratik koordine yönetimlerine ulaştırmalarını sağladığı gibi dayanışmacı komünalist bir toplumsal yaşamı da örme kararlılığı anlamına gelecektir.”
“a- Partiler, demokratik siyasetin temel geliştirici güçleri ve demokrasilerin vazgeçilmez öğeleridirler. Temel siyasal örgütler olarak; devlet odaklı olmayan, toplumsal talepleri esas alan, toplumu bilinçlendirme ve örgütlemeyle görevli olup, toplumu devlet karşısında sürekli güçlendiren ve toplum taleplerini devletle dengeleyen kurumlardır.”
Burada yaptığımız şey, sadece bir hatırlatmadır. Aktardığımız alıntılarda ifade edilen şey, “devletle bütünleşme” çağrısı değil, kendi konum ve perspektifinden devlete karşı mücadele çağrısıdır. Hele de şu yaşadığımız koşullarda “devletle bütünleşme” çağrısı hareketi ölüme mahkum etme anlamına gelir.
Daha düne kadar anti-iktidarcı, anti-devletçi anarşist ve sivil toplumcu propaganda yapan, devletle değil, devlete rağmen sivil alanda toplumsal inşadan bahseden, her türlü melanetin kaynağını devlet olarak gösteren bir pozisyondan “devletle bütünleşme” çağrısına gelinmesi son derece tehlikeli ve kabul edilemez… “Devletle bütünleşme” politikası, Kürt burjuvazisinin stratejisine dayanır. Kürt burjuvazisi, Türk burjuvazisiyle bütünleşerek “sınıf ve konum” atlamak istemektedir. Kürt burjuvazisi, jeo-politik bir güç olan Kürt ulusal mücadelesinin, ulusal devrimin kazanımlarını kendi amacı doğrultusunda kullanmak hedefiyle davranmaktadır ve bu eğilim ulusal hareketin devrimci duruş ve yöneliminin kırıldığı ya da zayıfladığı her dönemde belirgin olarak güçlenmiştir. Kapitalizmi, burjuvaziyi, sömürgeci egemen sınıfların egemenliğini, bu sınıfın egemenlik aracı olan devleti yıkmak değil, “demokratikleştirmek” program ve stratejisi de bu eğilime istediği fırsatı ve imkanları sunmaktadır…
Yeni başlayan ama ne olduğu henüz açığa çıkmamış süreç (ikinci bir İsrail olan ama sicili ondan da kirli ve uzun geçmişi olan) TC’nin mecbur kaldığı için (“Teröristbaşı”, “Devlet teröristlerle, terörist başı ile pazarlık yapmaz” dediği) Öcalan’ın ayağına gitmesiyle açıldı. Öcalan’ın ayağına gitmek zorunda kalan TC devleti ve merkezi Saray, aynı zamanda iliklerine dek soysuzlaşmış-çürümüş bir teröristan devletidir. Terörle Mücadele Yasası teröristan devletinin anayasası ve günlük politikasıdır. “Teröristan devleti”nin terör merkezinde Bahçeli-Erdoğan bulunuyor. Eh böyle bir ülkede “demokratik barış süreci” de kolay olmuyor ve “onurlu barış” diyenlerin işi de oldukça zordur…
Proletarya ve halklara karşı topyekün savaşa dayanarak dinci faşist sömürgeci savaşı geliştirmeye devam eden Erdoğan-Bahçeli ittifakı, hayaller yayan süreci de içerde terör, dışarda terör ve ilhakçı, yayılmacı, Kürt düşmanı politika ve saldırılar çizgisinde yürütmektedir. Kuşkusuz ki dileğimiz “yeni sürec”in Kürt halkı, halklar lehine sonuçlanmasıdır. Bu sonuca emperyalistler ve gerici devletler arasındaki çelişkileri de yedeklenmeden kullanabilen fakat öz gücüne güvenen, halkların birleşik mücadelesini geliştiren bir mücadeleyle ulaşılabilir. Dileğimiz, içerisine girilen süreçte sömürgeci faşizmin, Saray rejiminin proletarya ve halkların devrimci mücadelesiyle yıkılmasıdır. Türkiye ve Kürdistan’da “onurlu barış”ın, “demokratik çözüm”ün önü ancak devlet ve Saray’a indirilecek güçlü devrimci darbelerle açılabilir. En ufak demokratik bir mevzinin korunabilmesi, kazanılabilmesi bile Türkiye’de dişe diş bir mücadeleyi, ağır bedelleri gerektirdiğini hepimiz biliyoruz. Gerek devrimin gerekse de barış ve demokrasinin kazanılmasının dileklerle, çağrılarla gerçekleşmeyeceğini, bunun için geniş, derin, güçlü, özgür, meşru zemine dayanan, ondan kopmayan bir devrimci çalışmayı ve devrimci kitle hareketinin geliştirilmesini gerektiğini ise hatırlatmak bile gereksizdir…
Kürt ulusal hareketinin tutsak ve rehine önderinin açıklaması, devletle uzlaşma üzerine yapılan bir açıklamadır. Başlangıçta Bahçeli aracılığıyla yapılan, ardından Saray temsilcilerinin “Devlet aynı yöntemleri kullanmaz. Bu kez farklı bir yöntem izlenecek. Terörist başının amasız, fakatsız terör örgütünün varlığına son verdiğini açıklaması gerekir” açıklamaları, Öcalan’ın metininde farklı bir üslupla, farklı formülasyonlar altında ifadesini bulmuştur. Sanıyoruz ki Öcalan, yeni bir başlangıca kapıyı açabilmek için devletin ve Sarayın talebine olumlu yanıt vermiştir. Öcalan’ın böyle bir açıklamanın Kürt halkı, halklar cephesinde, PKK kadro ve kitlesi üzerinde yaratacağı negatif etkiyi göremediğini, hesaba katamadığını düşünmek yanlış olacaktır. Öcalan, “pragmatik bir lider” olarak, kendince yol açmak, süreci kendi lehine kullanmak, bunu bir fırsata dönüştürmek için böyle bir yola girmiş, gerisini önemsememiş olmalı. Bizim bunu yanlış bulmamız bir şeyi değiştirmez.
Şu sözler devletin istediği ve dayattığı, Öcalan’ın uzlaştığı yöntemin ürünüdür:
“Aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu olan; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır.”
Bu sözler, Kürt ulusunun ulusal haklarına, meşru taleplerine reddiye sözleridir. Bu sözlerle Öcalan Kürt ulusunun haklarından vazgeçtiğini ilan etmektedir. Bu hakların reddedilmesi, meşruiyetinin inkar edilmesi kabul edilemezdir. Benimsenmesi olanaklı olmayan bu değerlendirme kuşkusuz ki tasfiyecidir. Metin, Öcalan’ın tasfiyeci karaktere sahip ideolojik ve siyasi irade kırılmasıyla ortaya çıkan “İmralı paradigması”nı da (“Demokratik Konfederalizm”, “Kürdistan Demokratik Toplum Konfederalizmi”, “Demokratik ulus”, “Demokratik özerklik”) aşan, dahası yadsıyan bir metindir... Bu metinde yer alan “Demokratik Toplum” vurgusunun ise tek başına bir değeri yoktur. Öcalan’ın “Demokratik Konfederalizm” paradigmasında eğer bir değişme varsa süreç içerisinde bunu da anlayacağız. Ancak “devletle bütünleşme” çağrısıyla bir bütünlük oluşturan bu çağrı ve açıklama, bir paradigma değişimine işaret etmektedir.
Burada aşırı geri gidişle belirlenen bir tutumla, verilen tavizle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Buna göre Öcalan üniter devlet yapısını ve onunla bütünleşmeyi kabul ediyor. Peki bunun karşılığı ne? Bunu bilmiyoruz. İşin aslını “yeni süreç” ilerledikçe anlayacağız. Aylar geçmesine karşın hala “gizli diplomasi”ye dayanılması, perde gerisinin bilinmemesi, şeffaflık yoksunluğu durumun somut değerlendirilmesini engellemektedir. Dileriz savrulma işaret ettiğimiz noktaya kadar gitmemiştir, gitmez. İşin bu noktaya dek gitmeyeceğine ise kimse kefil olamaz. Eğer böyle bir şey gerçekleşirse ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelelerinde ve keza Kürt tarihinde bir ilk de olmayacaktır…
Eğer iş pazarlıklar üzerinden bu noktaya varmışsa, “Hele demokratik alana geçelim, kendi öz gücümüze, birikim ve kazanımlarımıza dayanarak daha ileri kazanımlar elde ederiz” gibi bir karar verilmişse bugün için bunu da bilmek olanaklı değil. Orta yerde bir belirsizlik, şekilsizlik, bilinmezlik, kuşku, kafa karışıklığı kol geziyor. Kuşkusuz ki bunun sorumluluğu da Öcalan’a aittir. Öcalan çağrısından sonra yine Öcalan tarafından yapılmış herhangi bir açıklama da bulunmamaktadır. Ki, eğer, çağrı metininden sonra Öcalan tarafından yapılacak yeni bir açıklama olsaydı ve bu açıklama, hiç olmazsa “süreç” bağlamında Kürtler bakımından ana hatları içeren, kafalardaki sorulara yanıt olabilecek bir açıklama olsaydı, mesele somut olarak ele alınabilirdi. Fakat böyle bir şey yok. Öcalan üzerindeki tecrid de dalga geçer gibi sürdürülmektedir. PKK ve KCK yöneticilerinin yaptığı açıklamalar ise hala tek başına gerçeği anlamayı sağlamamaktadır. Bu belirsizliğin halkların lehine olmadığı, kafa karışıklığını ve tepkileri büyüttüğü, Saray ve devletin, yandaşların, keza burjuva muhalefet partilerinin bu durumu büyük bir zevkle gerici milliyetçi, dinci faşist psikolojik savaş aracına dönüştürdüğü açıktır.
Burada sorulması gereken bir soru olmalı: Acaba Öcalan’ın öteden beri savunduğu paradigma bağlamında değişen şeyler ya da paradigma değişimi var mı? Sürecin az çok netleştiği kesitte bu sorunun yanıtı da açığa çıkacaktır.
Devam edelim.
Metin, bir yandan devlet ve Saray’ın “amasız, fakatsız terörü reddetme” talebine uygun hazırlanırken öte yandan da bu çağrıda her türlü kimliğe ve inançlara özgürlük isteniyor.
Şu sözler bunun ifadesi:
“Kimliklere saygı, kendilerini özgürce ifade edip, demokratik anlamda örgütlenmeleri, her kesimin kendilerine esas aldıkları sosyo-ekonomik ve siyasal yapılanmaları ancak demokratik toplum ve siyasal alanın mevcudiyetiyle mümkündür.”
Bu eklektizm, metinin bir pazarlık ve uzlaşma metini olmasıyla bağlıdır. Devlet bu metin ve açıklamayla psikolojik üstünlüğü elde tutmayı, gerek bugün gerekse de yarın Kürt ulusal hareketine karşı kullanmayı hedeflemiştir. Nitekim kullanmaktadır da. Kaldı ki bu sözler ya da benzer açıklamalar öteden beri sermayenin ve burjuva partilerin ağzından da eksik olmamaktadır… Keza “Cumhuriyeti demokratikleştirmek”, “demokrasi ve cumhuriyeti birleştirmek” propagandası bugün de devam etmektedir… Bu bakımdan “İkinci cumhuriyet”çi çizgide birleşen burjuva partiler ve liberallerin öteden beri yapageldiği propagandayı da hatırlamak yararlı olacaktır… Kuşkusuz ki Öcalan, burjuva partilerden farklı olarak Kürt kimliğinin de tanındığı geniş çaplı bir burjuva demokrasisinden (“Demokratik Toplum Cumhuriyeti”) yanadır. Öcalan devrimci Kürt mücadelesinin kazanımlarına dayanarak bu hedefe ulaşmaya çalışmaktadır. Zaten politik program ve stratejisi bunu hedeflemektedir. Öcalan perspektifinden meselenin özü ve özeti devleti devrimle yıkmak değil, demokratikleştirmektir. Böyle olmakla birlikte, yapılan açıklamada kendi paradigmasının ve Kürtlerin taleplerinin yer almadığını görüyoruz. Bu durum tesadüf olarak görülemez.
Öcalan’ın Saray’ın kendisinden istediği açıklamanın anlamını ve nasıl kullanılacağını kavrayamadığını düşünmek saçmadır. Öcalan devletin ve Saray’ın istediği tarzda söz konusu açıklamayı yazmış ve devlet de onaylamıştır. Eğer Öcalan’ın bir planı varsa, eğer bir plan üzerinde “asgari” ölçüde uzlaşılmışsa, bu durum ilerde açığa çıkacak, böylece Öcalan’ın neden devlet ve Saray’ın talebine ve baskısına olumlu yanıt verdiği de anlaşılacaktır. Açıklamada Öcalan ve PKK’nin “kırmızı çizgiler”inin izi bile görünmemektedir. Ancak salt yukarıdaki açıklamaya dayanarak Öcalan’ın “kırmızı çizgiler”inden koptuğu henüz söylenemez. Belki de safça düşünüyoruz ama şimdilik bu bize pek olanaklı gözükmüyor; olanaklı gözükmüyor, çünkü büyük bedellerle gelen bir tarih, sahadaki gerçekler var… “Kırmızı çizgilerin” yadsınması, bambaşka anlama gelir. Sahadaki gelişmeler “kırmızı çizgiler” bakımından Öcalan’ın nerde durduğunu gösterecektir. Burada yapılması gereken şey, süreci değil, Kürt ulusunun ulusal demokratik haklarını ve kazanımlarını desteklemek ve savaşımını vermektir. Ve bu yapılırken, asla ve katta söz konusu açıklamaya göre de davranılamaz.
Öcalan, “Demokratik Toplum”la Türk sermaye devletinin katı üniter yapısının, imha ve inkar politikasının terkedildiği bir toplumu anlıyor olmalı. Ancak Öcalan, söz konusu açıklamasıyla sömürgeci Türk ulus devlet çatısı altında dahi federatif bir modeli, idari özerkliği, “kültüralist” (kültürel özerklik mi kastediliyor?) çözümleri açıkça reddetmektedir. Ancak şimdilik salt bu açıklamaya dayanarak Öcalan’ın otomatik olarak Kürt ulusunun kolektif kimliğinin tanınmasından, “Anayasal eşitlik-yurttaşlık” talebinden vazgeçtiğini savunmak erken bir saptama olacaktır. Bu bağlamda açıklama sonrası henüz ikna edicilik kazanamamış olsa da PKK’nin, KCK’nın yaptığı açıklamaları gözden kaçırmamak gerekir. Bu babda sorun başlamış olan sürecin gelişim seyrinde Kürt taleplerinin karşılığını bulup bulmaması ya da hangi ölçüde karşılık bulacağı sorunudur. Kuşkusuz ki, “Tek devlet, tek millet, tek dil, tek din/mezhep” politikasına, ırkçı inkara, soykırımcı bir tarihe dayanan ve soykırıma da devam eden Türk üniter devlet yapısını çözmeyen bir anlaşma ya da sonuç, Kürt halkı başta olmak üzere halklar bakımından büyük bir kayıp olacaktır. Böyle bir anlaşmanın on yıllardır can fedekarene tarzda direnen ve savaşan Kürt halkı tarafından kabul edileceğini düşünmüyoruz. Böyle bir kabul ve pratiğin Kürt ulusal hareketi ve öncüsü içinde derin saflaşmaları ve parçalanmaları getireceğinden de kuşku duyulamaz.
Öcalan’ın söz konusu ettiği “Demokratik Toplum”, burjuva demokrasisine dayanan, emperyalizme bağımlılık ilişkilerinin ve işbirlikçi tekelci kapitalist düzenin, Türk egemen sınıflarının egemenliğinin sürdüğü bir toplumdur. Diyelim ki Kürtlerin haklarının şöyle ya da böyle kabul edildiği böyle bir toplumda Kürtler üzerindeki ulusal boyunduruk ve baskı, daha yumuşak biçimlere bürünerek sürecektir. Bir diğer ifadeyle, son tahlilde, Türk ulusunun egemen ve ayrıcalıklı, Kürt ulusunun ezilen bir ulus olma gerçeği köklü değişmeyecektir.
Kuşkusuz ki, metinde Kürtlerin en geri düzeyde bile kırmızı çizgilerine yer verilmemesinin, Kürt halk yığınlarında en hafif ifadeyle “tatminsizlik” yarattığı biliniyor. Keza bu metinin devrimci kitlelerde de güvensizlik yarattığı, kuşkular uyandırdığı ve sürece ihtiyatlı ve mesafeli bakmaya yol açtığı vurgulanmalıdır.
Öcalan’ın “dipnot” olarak açıklanan (“Şüphesiz pratikte silahların bırakılması ve PKK’nin kendini feshi, demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir.”) yaklaşımının fesih ve silah bırakma ile yasal ve hukuki adımların birlikte, zamandaş atılması anlamına da gelmektedir. Bunun gerçekte pratikte ne anlama geldiğini ise birlikte göreceğiz. Açıklamadan bu yana dinci faşist diktatörlüğün tek yanlı tasfiye dayatması, içerde ve dışarda terör ve imha saldırıları devam etmektedir. PKK yöneticilerinin “Hani sözler vermiştiniz ama hiçbir adım atmıyor, saldırılara da devam ediyorsunuz, bu iki yüzlülüktür.” açıklamaları da dikkat çekmektedir.
Erdoğancı diktatörlüğün dayattığı fesih ve açıklama olmadan devlet cennahının (her ne ise) herhangi bir ciddi adım atmayacağı ya da ufak tefek “umut” verebilecek manevralara dayanacağı anlaşılıyor. Öcalan üzerindeki tecridin de sürdüğünü herkes biliyor. “Dipnot”taki gerekler yerine getirilmeden PKK’nin kendisini feshetmesi, silahları teslim etmesi çok riskli, tasfiyeciliği meşrulaştıran yıkıcı bir evreye işaret edecektir. Öcalan’ın “ev hapsine” alınması, fesih kongresine bir biçimde katılmasıyla vb. sınırlı bazı adımlar sözü edilen “hukuki ve demokratik siyasetin tanınması” anlamına gelmeyecektir; bu olsa olsa kendi bağlamında “yol açmaya” hizmet edecektir…
Normalde silahların bırakılması sürecin sonunda gerçekleşmesi gerekir. Eğer devletin dayatmasıyla başa alınmışsa çok yüksek ve kabul edilemez bir risktir. Bu, Bahçeli ve Saray tarafından “Bu kez devlet farklı bir yöntem izleyecektir” dayatmasının ifadesi olabilir yalnızca. Kuşkusuz ki eğer böyle hareket edilecekse bu karar ve irade yurtsever hareketin kararı ve iradesi olacaktır. Eğer böyle bir irade ortaya konulursa bu politikanın ağır bedeller ödemiş Kürt halkında ne kadar karşılık bulacağını da birlikte göreceğiz. PKK, daha önce de İmralı paradigmasına-çizgisine dayanarak silahlı mücadelenin devrini tamamladığını ilan etmiş, Öcalan’ın çağrısıyla kendini feshederek KADEK (Kongreya Azadî û Demokrasiya Kurdistanê, Kürdistan Özgürlük ve Demokrasi Kongresi), 2003’ten sonra ise KONGRE-GEL (Kurdisch Kongra Gelê Kurdistan; Kürt Halk Kongresi) adını almış, daha sonra (2005) PKK yeniden kurulmuştu. Fakat o dönemde ilkesel olarak silahlı mücadelenin devri geçti vb. denmesine karşın fiili olarak silahlar bırakılmamıştı. Bu, 2009’da Oslo’dan başlayan, 2013-2015 arası en yüksek noktasına varan süreç bakımından da geçerliydi.
Silahlı mücadelenin devirini doldurduğunun ilan edilmesiyle silahların “toprağa gömülmesi” (teslim edilmesi) aynı şey değildir. Silahların susturulmasıyla silahların bırakılması (teslim edilmesi) aynı şey değildir. Eğer iddia edildiği gibi PKK “üç ay içinde” kongresini toplayıp kendini feshederken silahları da “toprağa göm”ecekse, bu farklı bir şeydir. İhtiyat payıyla söylüyoruz, PKK amasız, fakatsız silahları bırakıp gitmeyecektir. “Her şey yolunda giderse”, silahların teslim edilmesi sonra gelecektir. Ancak hemen ve doğrudan (fiilen) silahlar bırakılmayacaktır. “Yasal, hukuksal” koşullar sağlanmadan silahların resmen ya da fiilen teslim edileceğini sanmıyoruz. Bu, arabayı atın önüne koymak demek olacaktır. 3 Ocak 2013 tarihinde İmralı Heyeti ile yaptığı ilk görüşmede, Öcalan, “silahların bırakılması” tartışmalarına şu sözlerle yanıt vermişti: “İlkede silahlı mücadeleye son vermeye karşı değilim. Ama yerine ne koyacağız? Parlamento rol almayacaksa, yasal ve anayasal düzenlemeler yapılmayacaksa, nasıl barış koşulları yaratılabilir?” “Arabayı atın önüne koymayın diyorum. Önce demokratik Türkiye olmalı.”
Ancak bu sefer, “koşullar değişti”, “işin yöntemi değişti, silahları henüz yasal-hukuki zemin ve güvenceler sağlanmadan toprağa gömeceğiz” denecekse bu ayrı bir değerlendirmenin konusu olacaktır. Öcalan’ın “ev hapsine alınması”, fesih kongresine bağlanması, ilk elden bazı siyasi tutsakların serbest bırakılması, kayyumların geri alınması, Kürt dilinin eğitim dili olarak değil ama belli bir düzeye kadar öğretim dili olarak kabulü vb. gibi kısmi gelişmeler ise fiilen silahları bırakmanın vesilesi olamaz…
Metinde yer alan açıklamaların aksine, PKK İmralı çizgisinden sonra da eskimiş, aşılmış, gereksizleşmiş, feshi haddinden fazla gecikmiş bir parti değil, varlığı ve mücadelesi ile tümüyle meşru ve haklı, zorunlu ulusal demokratik savaşı temsil eden bir partidir. İmralı paradigmasından sonraki PKK varlığı da bir zorunluluğa ve gereksinime dayanmaktaydı. 1999-2000’den bu yana geçen sürecin deneyimi bunu doğrulamaktadır. PKK gereksizleşmiş bir öncü örgüt değil; başka şeylere girmeden hatırlatmak istiyoruz, Rojava devrimi deneyimi ve şu an yürümekte olan sürecin bizzat kendisi PKK’nin gereksizleşmediğini açıkça göstermektedir… Öcalan perspektifinden silahlı devrime son verilmesi, öncüsünün tasfiye edilmesi ve yeni bir tarihsel evreye, legal siyasete geçilmesi çizgisi, kendi mantığı içinde bir yere elbette ki oturuyor ancak bunun salt kendisine bağlı olmadığı, öteden beri sömürgeci faşist diktatörlüğün buna fırsat tanımadığı da açıktır… Kürt ulusuna karşı soykırımcı imha ve inkar saldırılarının topyekün sürdüğü koşullarda nasıl oluyor da PKK çoktan eskimiş, gereksizleşmiş, tasfiyesi kaçınılmaz bir parti haline gelmiş olabilir ki! Denebilir ki, söz konusu saptama ve çağrı bu anlamda değil, “demokratik modernite çağı”nın mantığına göre yapılıyor vb. Ancak bu da baştan aşağı yanlış bir değerlendirmedir…
Ulusal öfkeden ulusal ayaklanmaya uzanan çizgide Kürt ulusal direnişi (her ezilen ulusun, ekonomik ve siyasi olarak ilhak edilmiş ulusun, sömürgeci ulusal zulüm altında yaşayan her ulusun) meşru hakkıdır, haklıdır, politik ve manevi, vicdani olarak desteklenmeli, birleşik mücadele hattında omuz omuza da savaşılmalıdır. Kürtlerin ulusal direnişi ve ayaklanmaları haklı savaşı, Türk egemen sınıflarının ve devletinin savaşı ise haksız savaşı temsil ettiği ısrarla vurgulanmalıdır. Dolayısıyla “Sistem arayışları ve gerçekleştirmeler için demokrasi dışı bir yol yoktur. Olamaz.” saptaması ve tezi her ne kadar Öcalan’ın paradigması ile uyumlu olsa da savunulamayacak reformist ve tasfiyeci bir savunu ve politikadır. İnanacak olursak Türk sermaye devleti ve partileri de zaten bu propagandayı yapmaktadır. Hele de dünyanın dört bir yanında ırkçılığın, neofaşizmin, siyasi gericiliğin, emperyalist ve bölgesel rekabet ve silahlanmanın yükseldiği bir dönemde, proletarya ve halk kitlelerinin mücadelesinin karşı-devrimci zorla ezildiği (şurada hemen yanı başımızda Filistin duruyor!!!) bir tarih kesitinde bu sözlerin geçerliliğinin olmadığı ve olmayacağı açıktır. Dahası 21. asırın, devrimler asırı olacağının da altı çizilmelidir…
Erdoğan’ın Öcalan’la ömür boyu başkanlığına destek karşılığında anlaştığı propagandası somut verilerle ortaya konulmadıkça subjektiftir. Bu propagandayı yapanlar, bu iddialarına karşın, eğer böyle bir olasılık varsa bunu önlemek için Kürt halk mücadelesiyle birleşik davranmaktan, asgari haklı taleplerini gündemleştirmekten ve mücadelesini vermekten de uzak durmaktadırlar. Hem söz konusu propagandayı yapıp hem de Kürt halkını yalnız bırakanlar, gerçekte Erdoğancı diktatörlüğe değerli bir hizmet sunmaktadırlar. Bu spekülatif propaganda öteden beri anti-Kürt, anti-PKK, HEP, DEM vb. yapıları, Kürt ulusal taleplerini savunan, mücadele eden cenahı gözden düşürmek için kullanılagelen esaslı demagojik propagandadır. Erdoğan’ın ömür boyu padişah olarak o koltukta oturmak istediği, Öcalan’ın desteğini almak istediği, buna uygun manevralar yaptığı ve yapacağı da kesindir. Ama bu istekle, yaşanan sorunun iç bölgesel, küresel güç dengeleri ve gelişmenin yönü ve sorunun derinliği, kapsamı, keskinliği, keza işçi sınıfı ve emekçi tabakaların, ezilen toplumsal kimliklerin mücadelesinin gelişmekte olduğu bir tarihsel kesitte (“Bilge lider Bahçeli”nin desteğine rağmen) dinci faşist elebaşının yeniden başkan seçilmek isteğinin karşılık bulması da oldukça zordur. Erdoğan ve Sarayı, iktidar ortakları ve ittifakları gitgide güç kaybetmeye de devam etmektedir. Erdoğan’ın son kullanım tarihinin büyük bir orada geçtiğini görmek gerekir. Sözde “Kürt açılımı” politikası da onu kurtaramaz. Amerikan emperyalizminin, AB emperyalistlerinin, Körfez ülkelerinin desteği de Erdoğan’ı kurtarmaya yetmeyecektir. İşin bu boyutunu geçiyoruz.
VIII) ROJAVA İMRALI’DA ELE ALINMADI MI?
(Bu alt başlıkta işlenen konu Kuzey ve Doğu Demokratik Özerk Yönetimi ile Colani arasında imzalanan ön anlaşma/protokoldan önce yazılmıştır. Bu kısmı olduğu gibi yayınlıyoruz.)
Öcalan’ın açıklamasında Rojava’nın (Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi) yer almadığını görüyoruz. Ancak bu konu özel tarzda ele alınmıştır. Rojava her iki tarafın da kırmızı çizgisidir. Rojava’nın açıklamada yer almamış olması önemli değildir. Başlamış olan sürecin Rojava’yı kapsamadığını düşünmek politik saflık olacaktır. Türk sermaye devletinin ve tepesi Saray’ın yeni süreç için harekete geçmesinde Rojava devriminin ve yerel Kürt devletinin doğuşunun özel önem taşıdığı açıktır.
Bir de “yeni süreç”te, yapılan pazarlıkların İran’a olası müdahalelerle doğabilecek İran Kürdistanı gerçekliğine dek uzanmamış olması mümkün değildir. Öcalan’la İran cephesi ele alınmıştır. Bu bağıntıda ABD ve İsrail’in özel bir stratejisi var. Bu stratejinin TC’nin stratejisi ile ortak noktaları kadar ciddi, özelde Kürt sorununda esaslı ayrılıkları da var. Fakat işin bu boyutu da şimdilik perde arkasındadır. PKK bugüne dek İran’a karşı dikkatli davranmış, “uluslararası toplum”un beklentilerini ihtiyatlı tarzda dikkate almış ama kendisinden istenen beklentilere karşılık vermemiştir. Buna karşın “uluslararası toplum”un PKK’den beklentileri son bulmamıştır.
Orta Doğu’da denklemlerin değiştiği günümüz koşullarında İran ve İran Kürdistanı sorunu ayrıca önem taşımaktadır ve taşıyacaktır…
Gerek DEM Parti’den İmralı’ya giden heyetin gerekse de partinin eşbaşkanları tarafından yapılan açıklamalarla, Öcalan’ın çağrısının SGD’yi kapsamadığı açıklanmıştır. Aynı açıklama Mazlum Abdi tarafından da yapılmıştı. Önder’in daha sonra Haber Türk kanalında Öcalan’ın çağrısının Rojava’yı da kapsadığı açıklamasına karşın yurtsever hareket, aksi yönde açıklamalarına devam etmektedir. Bu açıklamalara göre Öcalan’ın silahların bırakılması çağrısı Rojava için geçerli değildir. Ancak Saray diktatörlüğü, Türk milliyetçi çevreleri PKK ve Rojava devriminin temsilcileri olan PYD ve YPG’yi, SGD’yi PKK ile eşitleyip aynı yapı olarak lanse ederken Öcalan çağrısında yer alan federasyona, özerkliğe, kültüralist çözümlere karşıyız, PKK kendini fesh etsin, silahlar bırakılsın, devletle bütünleşsin ifadelerini kullanarak kirli bir savaş yürütmektedir ve yürütecektir. Kanımızca faşist diktatörlük ve Saray tıpkı PKK’ye yapıldığı gibi PYD’nin, YPG’nin, SGD’nin de kendini fesh etmesi çağrısının yapılmasını ısrarla istemiştir, ancak muhtemelen Öcal bunu kabul etmemiştir. Ancak bu durumun, açıklama dışı ele alınmadığı anlamına gelmemektedir. Kaldı ki Suriye cephesi çok karmaşık bir süreç yaşamakta ve Rojava TC’nin kanlı saldırıları altında yaşamaya devam etmektedir…
2009’da Oslo’da başlayan, 2013-2015 arası dönemde çarpıcı biçimler alan “Barış ve çözüm” sürecinde, “Dolmabahçe Mutakabatı”na uzanan kesitte devletin ve Erdoğan’ın tüm ısrarlı baskısına karşın Öcalan’ın (ve Kürt hareketinin) Rojava’yı kırmızı çizgi olarak belirlediğini ve Saray’ın taleplerini ret ettiğini, bu reddin sürecin kesilmesinde belki de belirleyici rolü oynadığını hatırlamamız yararlı olacaktır…
Türk egemen sınıfları ve diktatörlüğün, Doğudaki sınırlarının bir baştan diğer başa özerklik çerçevesinde olsa bile Kürt devletleriyle çevrilmesini asla ve katta istemediğini biliyoruz. Diktatörlük (ve Saray) böyle bir durumun TC resmi sınırlarını da işlevsiz hale getirerek sürecin “Büyük Kürdistan”a evrilebileceğini düşünmekte ve beklemektedir. Böyle bir gelişmenin ekonomik, stratejik, jeopolitik bakımdan TC devletine çok ağır darbe oluşturacağı da açıktır. Dolayısıyla sadece Öcalan’ın açıklamasını temel alarak sanki işin içinde Rojava yokmuş gibi düşünemeyiz. Diktatörlük Orta Doğu çapındaki Kürt ulusal mücadelesinin devrimci dinamiğini oluşturan öncü merkezini (PKK) öyle ya da böyle tasfiye ederek bölgesel çapta Kürtleri kontrol altına almak istemektedir…
Rojava devriminin de öncüsü PKK’dir. Kanımızca, resmi belgede/açıklamada yer alan kültürel çözümleri dahi redden açıklama Rojava gerçekliğinde de yaşam bulmayacak, öyle ya da böyle, Suriye Kürdistanı’nda yer alan devrimci Kürt ulusal mevzisi ve kazanımı korunacaktır. Bu, Türk burjuva devletinin, Saray’ın, HTŞ’nin isteklerine ve sömürgeci saldırganlığına rağmen böyle olacaktır. Öcalan’ın yaptığı manevraların bu mevzinin tasfiyesini değil korunmasını ve bir biçimde sürekliliğini hedeflediğini düşünüyoruz. Öyle kestirmeden “Öcalan Rojava’yı sattı” gibisinden “derin analizler”e ve gerici propagandaya karşı mücadele etmek gerekir. Rojava’da kurulmuş olan özerk yönetim bağlamı salt PKK ve devlet pazarlığıyla çözülebilecek bir sorun da değildir. İşin içinde bölgesel ve küresel denklemler ve güçler var. ABD ve İsrail’in jeoekonomik, jeopolitik, jeostratejik hesapları ve yönelimleri hesaba katılmadan bu sorun ele alınamaz. ABD’nin Türk burjuva devleti ile PKK arasındaki “diyalog, barış ve çözüm” sürecinin içinde olduğu da biliniyor…
IX) ELEŞTİRİ VE TARTIŞMA ÖZGÜRLÜĞÜNDEN VAZGEÇİLEMEZ
Başlamış olan süreç hakkında her sınıf ve tabaka kendi karakterine uygun politik tutum takınacaktır ve takınmaktadır. Fazlaca uzatmadan söylemek gerekir, süreç hakkında devrimci eleştiri ve tartışma özgürlüğü, ideolojik mücadele hakkı, olmazsa olmazdır. Devrimci ve ilerici siyasal çevrelerin eleştirilerini dikkate almak yerine, “Barışa karşı mısınız?”, “Kan dökülmesini mi istiyorsunuz!”, “Demokrasiye karşı mısınız?” gibisinden bastırıcı, anti-demokratik tutumlara karşı net bir ilkeli tutum almak gerekir. İşine gelip gelmemeye göre tutum alış vs. oportünizmdir.
Eylemde birlik, propaganda ve ajitasyonda özgürlük, herhangi bir taktik tutumun üstünde yer alan ilkesel bir tutumdur. Dolayısıyla değişik devrimci ve ilerici çevrelerin eleştiri ve değerlendirmelerinde çok büyük yanlışlar da olabilir ama bunları ifade etmeleri de eleştiri ve tartışma hakkının bir gereğidir. Bütün sorunların, farklılıkların eleştiri ve tartışma özgürlüğü çerçevesinde ele alınması gerekir. Burada önemli olan, önemsediğimiz şey, bu eleştirilerin ve değerlendirmelerin işçi ve emekçi dostluğunun gereğine uygun olmasıdır. Ezen ve ezilen ulustan işçi sınıfı ve halklar arasındaki ulusal vb. ön yargıları kışkırtmamasıdır…
Hemen eklemek gerekir: Devrimci eleştiride ezen ulusun devrimci ve komünistleri ezilen ve tüm haklarından yoksun bırakılmış, tarihi boyunca soykırımlar dahil ağır yıkımlar yaşamış, ulusal zulüm politikasıyla inim inim inletilmiş Kürt ulusuna ve mücadelesine karşı özel bir duyarlılıkla yaklaşmak zorundadır. Bu bağıntıda eleştiri silahının yapıcı tarzda kullanılmasına önem vermek gerekir. Eleştiri ve üslubun ezilen, sömürgeci baskı altında tutulan ulusun işçi ve emekçileri saflarında milliyetçi ön yargıları kışkırtmaması gerekir… Ezilen ulusun milliyetçiliğinin eleştirisi de kaçınılmazdır. Bu görevde ihmal edilemez. Bu eleştirileri yaparken, ezen ve ezilen ulusun milliyetçiliklerini aynı kefeye koymamak, arasındaki farklılığı görmek, ezilen ulusun ulusal baskıya karşı çıkan milliyetçiliğinin demokratik karakterini de görmek; ana darbeyi egemen ve ayrıcalıklı ulusun mlliyetçiliğine indirmek gerekir…
X) NE YAPMALI?
Öyle ya da böyle yeni bir sürece girilmiştir. Yapılması gereken şey, ortaya çıkan duruma göre devrimci ve komünist program ve strateji doğrultusunda hareket etmektir. Bu gelişmeyi, sınıfa ve geniş kitlelere gitmenin, sınıfsal ve Kürt ulusunun adalet ve ulusal eşitlik taleplerini birleştiren bir çizgide propaganda, ajitasyon, örgütlenme, eylem geliştirmenin fırsatı ve aracı olarak değerlendirmektir. Sistematik politik kitle ajitasyonu, suçluyu suçüstü yakalayan ve teşhir eden siyasi teşhir kampanyalarının örgütlenmesi, devrimci kitle hareketinin geliştirilmesi yaşamsal önemdedir. Keza sol liberalizme, tasfiyeciliğe karşı mücadele de ihmal edilemez.
Kürt ulusunun ulusal eşitlik, kolektif kimliğinin ve haklarının tanınması ve onurlu barış talepleri haklı ve meşru taleplerdir. Bu taleplerin kayıtsız şartsız savunulması ve sınıf mücadelesinde bir güce çevrilmesi gerekir. Türk egemen sınıflarının, faşist diktatörlüğün, dinci faşist “Cumhur İttifakı”nın ve Saray’ın ırkçı, şöven, dinci faşist, milliyetçi, militarist ideolojisine, politikalarına, saldırılarına karşı cepheden mücadele edilmeden sözünü ettiğimiz savaşım yürütülemez. Bu mücadelenin CHP ideolojisini, sol Kemalist TKP türü sosyal şöven siyasi güçlerin ideolojisini ideolojik ve siyasi olarak hedeflemesi gerektiği de açıktır.
Türkiye çok uluslu bir ülkedir. Türk ulusu egemen ve ayrıcalıklı, Kürt ulusu ise ezilen bir ulus, tüm hakları gaspedilmiş, sömürgeci zulüm altında yaşayan bir ulustur. Bugün “Türk ve Kürt birliği” gönüllü bir birliğe değil, zoraki ve meşru olmayan birliğe dayanmaktadır. Zoraki birliğin yıkılması, ulusların eşitliği temelinde gönüllü birliğinin inşa edilmesi gerekir. Türk ulusunun egemen ve ayrıcalıklı konumuna karşı her cephede mücadele etmek, Kürt ulusunun ulusal demokratik haklarını güçlü bir mücadeleyle savunmak şarttır. Ulusların, kültürlerin, inaçların, dillerin hak eşitliği temelinde Türk burjuvazisinin ırkçılığına, şövenizmine, milliyetçiliğine, mezhepçiliğine karşı halkların kardeşliği, proletarya enternasyonalizmi çizgisinde uzlaşmaz bir mücadele yürütmek gerekir.
Bağımsız ve Birleşik Kürdistan Kürt ulusunun tarihsel ve politik hakkıdır. Kürtlerin kendi kaderlerini özgürce tayin etme hakkı her parçada şartsız Kürt ulusunun hakkıdır. Kürdistan’ın parçalanarak yapay sınırlara hapsedilmiş olması ağır bir tarihsel haksızlıktır. Tarihsel haksızlığa karşı anti-kapitalist, anti-faşist, anti-emperyalist mücadeleyi sistematik geliştirmek, Türk ulusundan işçi ve emekçilerin gerici ve faşist milliyetçi ön yargılarına karşı cepheden ideolojik ve siyasi mücadele yürütmek şarttır. Bu mücadelenin başarısı için çeşitli milliyetlerden proletaryanın proletarya enternasyonalizmi, ulusların hak eşitliği, halkların kardeşliği çizgisinde kendi öz deneyleri ile kavramasına hizmet edecek tarzda gerçeğin Türk işçi ve emekçilerine anlatılması, yol gösterilmesi en yakıcı görevdir. Bu bağlamda “kendi mahallemiz”le sınırlı olmaktan çıkmak yaşamsal önemdedir…
Liberalist, reformist ideoloji ve siyasal akımların tüm iddialarına karşın, temel tarihsel sorunlar ancak devrimlerin zaferiyle, devrimci zora dayalı çözülebilir. Orta Doğu’nun ve Türkiye’nin demokratikleşmesi bir devrim sorunudur. Hangi biçimlere (ulusal, cins, inanç, ekoloji gibi) bürünürse bürünsün bu sorunlar temelde sınıfsal karaktere sahiptir. Ekmek, özgürlük, eşitlik, adalet taleplerini çözmenin temel yöntemi, devrimdir. Ancak devrimi, Türk egemen sınıflarını, onların devletini, emperyalizmi bağımlılık ilişkilerini yıkacak bir devrimi (dönemeç İmralı paradigmasıdır) hedeflemeyen fakat faşist sömürgeci statünün yıkılması, Kürt ulusunun kolektif haklarının tanınması için uzun yıllardır kahramanca mücadele yürüten yurtsever hareketle, Kürt halkıyla devrimci çizgide durarak omuz omuza yürümek gerekir. PKK’nin ve Kürt halkının yürüttüğü mücadele ulusal demokratik bir mücadeledir ve bu gerçek, Türkiye’nin son 40 yılını aşan sürecinde demokrasi mücadelesinin en önemli ve belirleyici dinamiğidir. Bu gerçeği ret ve inkar etmek Türk burjuvazisine yedeklenmenin ötesinde bir anlam taşımamaktadır. Kürt ulusal mücadelesine ve ulusal hakların kazanılmasına karşı çıkmak geçtik devrimciliği, komünistliği tutarlı bir demokrat olmakla bile bağdaşmaz. Eleştiri hakkı kullanılır ama bir ulusun ulusal meşru ve haklı taleplerine ve mücadelesine karşı çıkılamaz, ilgisiz davranılamaz, uzak durulamaz…
Kürt sorununun çözülmesi politik özgürlüklerin kazanılması sorununun belirleyici halkalarından birisidir. Kürt sorununun kalıcı ve köklü çözümü burjuva reformlarla başarılamaz. Gelişen büyük mücadelelerle sistem sınırları içerisinde kazanılabilecek “Anayasal eşitlik”te ifadesini bulacak bir gelişme sorunun tarihsel ve politik açıdan köklü ve kalıcı bir çözümü değildir. Ancak böyle bir “çözüm” yine de ciddi bir tarihsel ve politik kazanım olacaktır. Devrimci açıdan bu vb. kazanımlara elbette ki destek verilecektir. Devrim adına devrimlerin yan ürünü olan, öncesi bir yana, özelde de son 40 yıllı aşan bir sürece dayanan Kürt direnişine ve Kürt ulusal devrimine dayanarak elde edilebilecek böyle bir kazanım, emperyalizmin, Türk egemen sınıflarının Kürtlere sunduğu bir lütuf olmayacaktır. Ancak şu an içerisine girilmiş sürecin böyle bir “çözüm”le sonuçlanabileceğini de beklemiyoruz…
Henüz ne olduğunu anlamadığımız ama başlamış olan yeni süreçte de Kürt ulusunun talep ettiği demokratik barış ve çözüm talebine ve mücadelesine karşı çıkmak, uzak durmak kabul edilemez bir tutum ve duruştur ve hangi renge ve tona bürünürse bürünsün gerici milliyetçiliği ve sosyal şövenizmi temsil eder. Başlamış olan süreç bakımından yapılacak şey, ezilen bir ulusun haklı, meşru mücadelesini ve taleplerini devrimci ve komünist çizgide üstlenmek, devrimci programın gerekleriyle birlikte sermaye ve faşizme karşı mücadele etmektir. Gerisi ideolojik mücadelenin konusudur…
Başlamış olan süreci değerlendirerek dinci faşist diktatörlüğün elinde tutsak ve rehine tutulanların, “Zindanlar Yıkılsın, Tutsaklara Özgürlük!” sloganı altında serbest kalmasını sağlamak talebi yakıcı bir taleptir. Terörle mücadele yasasının, ceza yasasının, infaz yasasının iptal edilmesi, kayyımlara son verilmesi, Türk ordusunun Suriye ve Irak’tan çıkması, kendilerine bağlı katliamcı İslamcı terörist çetelerin dağıtılması (MSO vb.), Türk sermaye devletinin, Erdoğan ve Saray rejiminin savaş suçlarından yargılanması vb. sayısız talebi gündemleştirmek pratik-politik mücadelenin yakıcı görevleridir…
Forum: Hasan Ozan – 31.03.2025