Onurlu bir barış mümkün mü? | Turgay Çelik
Türkiye’de son yıllarda en çok tekrar edilen ifadelerden biri: “Terörsüz Türkiye.” Bu söylem, her ne kadar kulağa barışçıl bir gelecek vaadi gibi gelse de, aslında tek başına neyin kastedildiği açıkça belirtilmiyor. Sorulması gereken temel soru şu: “Terörsüz Türkiye”den kasıt gerçekten eşit yurttaşlığa dayalı, özgürlükçü, çoğulcu bir barış mı? Yoksa yalnızca mevcut yapının güvenliğini sağlamak için geliştirilen bir taktik mi?
Bu fark sadece sözcüklerde değil; insanların hayatında, kimliğinde, geleceğe olan güveninde karşılık bulur.
Barıştan Ne Anlıyoruz?
Eğer barıştan anlaşılan şey yalnızca silahların susmasıysa, bu bize kalıcı bir çözüm sunmaz. Çünkü silahlar susabilir; ama insanlar hâlâ kimliğinden dolayı dışlanıyorsa, hâlâ “makbul vatandaş” tanımının dışında kalıyorsa, o toplumsal gerilim başka yollarla devam eder.
Gerçek barış, onurlu bir barıştır. Yani taraflardan birinin bastırıldığı, inkâr edildiği, teslim alındığı değil; herkesin kendi kimliğiyle, diliyle, inancıyla var olabildiği bir düzenin adıdır. Bu sadece bireysel hakların tanınması değil; aynı zamanda toplumsal hafızayla yüzleşilmesi, geçmişin inkârının terk edilmesi ve yeni, eşitlikçi bir toplumsal sözleşmenin kurulması anlamına gelir.
Türkiye Geçmişiyle Hesaplaşmadan Barış Olmaz
Türkiye’de, özellikle Kürt halkı başta olmak üzere birçok topluluk tarih boyunca yok sayılmış, kimliği inkâr edilmiş, kültürü bastırılmıştır. 1930’lardan itibaren uygulanan “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları, Kürtçenin yasaklanması, yer isimlerinin değiştirilmesi, sürgünler, köy boşaltmalar… Bunlar yalnızca tarihte kalmış uygulamalar değil; bugünkü güvensizliğin ve kırılganlığın da kaynağıdır.
Eğer devlet bu tarihsel yükle yüzleşmeden barış iddiasında bulunuyorsa, bu samimi bir söylem değil, sadece günü kurtarma çabası olur.
Dünyadan Öğrenmek: Almanya Örneği
Tarihsel suçlarla yüzleşmenin bir başka örneği Almanya’da görülüyor. Nazi Almanyası’nın işlediği soykırımın ardından ülke, yalnızca geçmişi lanetlemekle yetinmedi; aynı zamanda bu zihniyetin tekrar var olmaması adına sistemsel adımlar attı.
Eğitim müfredatını değiştirdi, antisemitizmi anayasal suç saydı, ırkçı söylemleri kamusal alandan temizledi, Nazi simgeleri yasal olarak suç sayıldı. Frankfurt Okulu gibi düşünce merkezleri kurarak faşizmin toplumsal kökenlerini anlamaya ve bununla mücadele etmeye yöneldi. Bugün Almanya’da “Yabancılar dışarı”, “Almanya Almanlarındır” gibi ifadeler anayasal düzeyde nefret suçu olarak değerlendirilir.
Peki bizde durum ne? Biz hâlâ “Ne mutlu Türküm diyene” gibi ifadeleri devletin ekranlarında, kitaplarında görebiliyoruz. “Türkiye Türklerindir” sözü, bir gazete logosundan çok daha fazlası; bir dışlama sisteminin özeti gibi.
Gerçek Bir Barış İçin Neler Yapılmalı?
Eğer gerçekten bir barış inşa edilecekse, bu yalnızca güvenlik politikalarıyla değil; siyaset, hukuk, eğitim ve kültür alanında köklü değişimlerle mümkündür. İşte birkaç öneri:
- Eğitimle Başlamak:
Irkçılık, inkârcılık ve tek tipleştirme anlayışı eğitim sistemi içinden temizlenmelidir. Çocuklara farklılıkların bir zenginlik olduğu öğretilmeli; tarih derslerinde sadece “resmî anlatı” değil, çoklu perspektifler yer almalıdır. - Anayasal Güvence:
Tüm etnik, dini ve kültürel kimliklerin eşitliği anayasa ile garanti altına alınmalıdır. “Devletin dini İslam’dır” gibi tekçi anlayışlardan vaz geçerek bütün dinlere ve inançlara eşit mesafede yaklaşarak ayrımcı anlayışlardan vazgeçmelidir. Nefret söylemleri anayasal suç sayılmalı, devlet yetkilileri bu konuda açık tavır almalıdır. - Akademik ve Sivil Kurumlar:
Bağımsız bir “Irkçılıkla Mücadele Enstitüsü” kurulabilir. Üniversiteler, düşünce kuruluşları ve sivil toplum bu dönüşümde aktif rol üstlenmelidir. - Yeni Bir Dil:
Toplumsal barışın dili, “Kürt de kardeşimizdir” gibi yukarıdan bakan, hamasi sözlerle kurulmaz. Herkesin eşit ve onurlu bir yurttaş olduğu anlayışı tüm kamu diline yerleşmelidir.
Sonuç olarak Yayılmacı ve baskıcı bir perspektiften, güce dayalı bir Türkiye değil; adil bir Türkiye inşası mümkündür. Türkiye’nin güçlü olması elbette önemlidir. Ancak “güçlü” kavramı yalnızca askerî, ekonomik ya da siyasal güçten ibaret olamaz. Toplum içinde güven, adalet ve eşitlik duygusu inşa edilmeden hiçbir güç kalıcı olmaz.
Victor
Hugo’nun dediği gibi:
“Bana güçlü bir Fransa değil, adil bir Fransa lazım.”
Bizim de artık adil bir Türkiye’ye ihtiyacımız var. Ve bu, sadece bir siyaset meselesi değil; bu ülkede yaşayan her bir insanın geleceğe güvenle bakabilmesi için bir zorunluluktur.
Turgay Çelik – 26.05.2025