Onurlu ve şeffaf bir barış mümkün mü? | Hüseyin Şenol
• Barış ancak şeffaflıkla, halkların eşitliğiyle ve onurla mümkündür; inkârla, sansürle, tutuklamalarla değil…
• Linç kültürüyle değil, eleştiri özgürlüğüyle ilerlenebilir; ister bizde, ister karşıda uygulanan sansüre geçit verilmemeli…
Barış… çokça dillendirilen, sloganlaştırılan, siyasi metinlere işlenen bir kelime. Ama aynı zamanda içi en fazla boşaltılan, en çok istismar edilen kavramlardan biri. Bugün Türkiye’de, hatta tüm Ortadoğu’da barış talebi yükseliyor; ancak bu talebin içerdiği anlam farklı kesimler için bambaşka. Kimine göre barış, itaatin ve suskunluğun adıdır. Kimine göre, statükonun devamıdır. Bizim içinse barış, onurlu bir yaşamın, adil bir düzenin ve halkların eşitliğinin koşuludur. Barış olacaksa ancak bu çerçevede olur. Ve evet, süreç işlemeli… ama onurlu ve şeffaf bir biçimde.
Süreç dedikleri şeyin kendisi bile bugün başlı başına belirsizliğe ve ikiyüzlülüğe batmış durumda. Resmi açıklamalar yok, şeffaflık hiç yok, muhataplar belirsiz. Ve tüm bu karanlıkta “çözüm süreci” adı altında kamuoyuna sunulan şey, aslında Kürt halkının taleplerinin ötelenmesi, inkâr edilmesi ve zaman kazanmaya dönük bir manevra olabilir mi?
Konu hakkındaki son iki-üç yazımda, baştaki yazılarıma oranla daha fazla eleştirilerime ve kaygılarıma da yer veriyor. Ama altını net olarak çizerek tekrar belirtiyorum: Yaşasın inadına barış.
“Süreç” kim için, ne için?
Siyasi tutsakların hâlâ içeride tutulduğu, 30 yılını cezaevinde geçirmiş insanlar tahliye edilmezken, barıştan söz etmenin anlamı nedir? Beyar Uğurlu örneğinde olduğu gibi, sadece “Öcalan’ın çağrısını destekliyorum” dediği için tahliyesi ertelenen bir insan varsa, orada “hukuk”tan ya da “barış süreci”nden değil, intikamcı devlet aklından söz etmek gerekir. Bir insanın 30 yıl hapis yattıktan sonra bile dışarıya bırakılmaması; bu sürecin gerçekten neye hizmet ettiğini sorgulama hakkını hepimize verir.
Hatimoğulları’nın dile getirdiği “siyasi mahpuslar serbest bırakılmalı” çağrısı sadece bir temenni değil, bir asgari gerekliliktir. Ancak görünen o ki, aylardır yürütülen görüşmelerde bu konuda tek bir adım bile atılmamış.
Terörsüzlük: Kimin için?
“Terörsüz Türkiye”… kulağa hoş geliyor. Ama neye göre terörsüzlük? Kim için? Sosyalist yazar Halil Gündoğan’ın da haklı olarak sorduğu gibi, devletin kendi şiddet tekeline hiç dokunmadan, halklar üzerindeki baskılar devam ederek nasıl terörsüzlükten söz edebiliriz? Kürt halkı, işçiler, öğrenciler, kadınlar bu şiddeti her gün yaşıyor. Kolluk kuvvetlerinin sistematik şiddeti, cezasızlık düzeni, yargı terörü hâlâ sürüyor. Bu ortamda silahların susması tek başına bir barış değil; sadece sessizliğin sağlanmasıdır.
Sebahat Tuncel, “devlet adım atarsa üçüncü aşamaya geçilir” diyor. Güzel, ama hala o ilk adım(lar) yok ortada. Adım atmayan bir devletin peşinden yürütülen barış çabası, kendi başına neyin ifadesidir? Ve o zaman bizim attığımız adımların anlamı nedir?
Rojhilat: Bağımsızlık zamanı
İran Kürdistanı (Rojhilat) bugün daha önce hiç olmadığı kadar tarihsel bir fırsatla karşı karşıya. İran devleti, Rojhilat’ta baskı, idam, infaz ve asimilasyondan başka bir şey sunamıyor. Ancak artık bu zulmün sınırlarına dayanılmış durumda. Rojhilat halkı sadece direnerek değil, örgütlenerek ve bağımsızlık ekseninde strateji kurarak tarih yazma noktasına gelmiştir.
Bu noktada “silah bırakma” söylemlerinin buraya da teşmil edilmesi gerçek dışı olur. Rojhilat halkı için mücadele hâlâ bir varlık-yokluk meselesidir.
CHP’nin çelişkileri ve “yurtsever” basının linç mekanizması
Barıştan söz ederken, TBMM’de CHP’li Cemal Enginyurt’un Talat Paşa için söylediği şu sözleri de hatırlamak gerek: “CHP, Talat Paşa’nın yanındadır. Talat Paşa CHP için kahramandır.” Bu sözleri sarf edenler Meclis sıralarında alkış alabiliyorsa, bu ülkede barışın ne kadar uzak olduğunu yeniden düşünmemiz gerekiyor. Talat Paşa’nın “kahraman” olduğu bir Türkiye’de Ermeni, Süryani, Kürt, Êzidî, Aranavut ne kadar eşit olabilir?
Benzer çelişkiler “yurtsever” addedilen medyada da fazlasıyla mevcut. Tarihçi yazar Ayşe Hür’e karşı Yeni Yaşam Gazetesi’nde çıkan “Judenrat Zanyarlar, ‘Hür’ ‘devletçi’ler ve faşizmin ‘Sözcü’leri” başlıklı yazı yazısı, bırakın eleştiriyi, açık bir karalamadır. Ayşe Hür’ü faşist söylemlerle özdeşleştirmek, onu Yılmaz Özdil ve Ümit Özdağ ile aynı kategoriye koymak tarih bilincine, etik gazeteciliğe ve politik akla sığmaz. Bu linç kültürüyle kime hizmet edildiği, neyin hedeflendiği sorgulanmalıdır.
Resmi tarihe karşı çalışmalarıyla da katkısı önemli bir tarihçi olan Ayşe Hür’ün yaptığı değerli çalışmalar ortada. Hatta yalnızca Türk değil, Kürt tarihi konusunda da birçok kişinin ufkunu açmış bir yazardır. Ona yönelik böyle bir saldırının, hem de “yurtsever” basından gelmesi, politik etik açısından sorunlu ve daha da ötesi akıl tutulmasıdır.
DEM’e sahip çıkmak: Kimliksizliğe değil, çok kimlikliliğe
Bugün Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) ve bileşenlerinin fazlasıyla “Türkiyelileştiği” bir süreçten geçiyoruz. Bu, hem Kürt siyasetinin özüne hem de toplumsal tabanın beklentilerine aykırıdır. Kürtler artık Türkiyelileşme değil, Kürdistanlılaşma sürecine girmelidir. “Halkların kardeşliği” adı altında kimliksizleştirilen Kürt halkı, artık kendi ulusal kimliğini merkeze alarak siyaset yapmalıdır.
Selahattin Demirtaş’ın T24’e verdiği açıklamalarda söylediği “Madem soyadımız Türkiye, birleşelim” çağrısı bana doğru gelmiyor. Zorla verilen, baskıyla dayatılan bir soyadının etrafında birleşmek, ne birliktir ne de sorumluluktur. Kürtler, “Kürdistan” soyadını bile alamazken, neden “Türkiye” soyadını sahiplenmek zorunda kalsın?
Kısacası; bu konuda da Demirtaş’a katılmıyor, bu tür söylemlerin sürece “katkısı” olmadığını düşünüyorum.
Bu bağlamda, geçmişte “Öztürk”, “Şentürk”, “Tamtürk” gibi soyadlarının nasıl baskı ve zorlamayla verildiği unutulmamalıdır. Günümüzde hala, sadece “Öztürk” soyadı 1 milyon 500 binden fazla kişide var. Bu soyadları taşımak zorunda kalan insanların yaşadığı kimlik parçalanması, psikolojik baskı ve asimilasyon politikalarının sembolüdür.
Ve bu konuda şunu eklemek isterim: Yaşadıkları ülkelerde Türklerin soyadının Özalman, Özbulgar, Özyunan, Özermeni, Özarnavut olması hiç hoş olmazdı…
Emek, ulusal bilinç ve sınıf dayanışması
Arif Çelebi’nin yazısında belirttiği gibi, Türkiye işçi sınıfı şovenist, milliyetçi bir bilinçle kuşatılmış olsa da yoksulluk krizi ve yaşam mücadelesi onları gerçeklerle yüzleştirmeye başlamıştır. Kürt halkının ulusal bilinci ile Türkiye emekçilerinin sınıfsal bilincinin bir araya gelmesi, bu coğrafyada radikal bir değişimin zeminini oluşturabilir. Ancak bu, yukarıdan aşağıya değil, tabandan örgütlü bir süreçle mümkündür.
Sosyalist yazar Çelebi özetle şöyle diyor: “Türkiye emekçileri burjuva ırkçı-şoven bilincin etkisinde olsalar da yoksulluk krizinin yarattığı derin bir yaşamsal kriz içindedirler. Bununla birlikte herhangi bir hak arama girişiminde faşist devlet şiddetine maruz kalmakta, özgürlük ve adaletin ne denli hayati olduğunu kendiliğinden öğrenmektedirler. Bu her iki durum Kürt ve Türkiye emekçilerinin mücadele potansiyelinin ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor. Kürt ulusal demokratik bilinci ile işçi sınıfı bilincinin buluşturulması, kaynaştırılması için güçlü bir zemin var. Türkiye işçi sınıfı şovenizm etkisinden kurtarıldıkça, Kürt emekçilerinin ulusal bilincinin yanı sıra sınıf bilinci geliştirildikçe bu zemin çok daha güçlü hale gelecektir.”
Cesaret zamanı
Maalesef yurtsever de basın da farklı görüşlere yer vermiyor. Sen medyanda sansür uyguladıkça iki bin halk toplantısı yapılsa ne fayda? Umarım bu toplantılardaki eleştirilere en azından sansürsüz yer verilir.
Tam yazımı sonlandırırken Meclis komisyonu haberi geldi; “Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş ve siyasi partilerin Grup Başkanvekillerinin komisyon gündemli toplantısı başladı”
Tabii ki olumlu bir gelişme bu; sürecin daha da resmiyet kazanması ve şeffaf yürütülmesi için önemli bu tür girişim ve oluşumlar.
Barış, ancak eşitlik temelinde kurulursa anlamlıdır. Zorla verilen soyadları, linç edilen yazarlar, içeride tutulan tutsaklar, susturulan basın ve şiddet sarmalıyla örülmüş bir düzende barıştan söz etmek, sahte bir umut dağıtmaktan başka bir şey değildir.
Bugün halklara ve topluma düşen görev; statükoyu değil, onurlu bir barışı savunmak olmalıdır. DEM’e, Kürdistan’a, halka ve hakikate sahip çıkmak, sadece politik değil insani bir görevdir. Yoksa bu sessizlik sürerse, sadece Kürtler değil, tüm halklar karanlık bir geleceğe mahkûm kalacaktır.
Hüseyin Şenol – 24.06.2025