Sınır(lar) ve göç gerçeği | Temel Demirer
“Neresi sıla bize, neresi gurbet?
Yollar bize memleket.”[1]
“Sınırlarımız kevgire dönmüş durumda, yolgeçen hanı gibi. Sınır güvenliği kalmamış,… devletin ciddiyeti, inanılırlığı ve güvenilirliği zedelendi,”[2] diyor Canan Kaftancıoğlu, “Sınır namustur” mottosundan hareketle ve “Sınır nedir?” sorusundan bihaber.
Öncelikle belirtmekte yarar var: Dünyanın tek bir sınır(sızlığ)ı olmalı ve ona da insan(lık) denmelidir. Yani “Bu gezegen herkes içindir, sınırlar kimse için değildir. Her şey özgürlükle ilgilidir,” Benjamin Zephania’nın ifadesiyle.
Ancak kapitalist yerkürede sınır bir pazaryeridir; egemenlerin görünen/ görünmeyen eli geçişleri yönetmeye kalkışsa da, sınırların ötesinde başka sınırların yattığı göz ardı edilmemelidir.
Sınırlarımızla değil, bağlarımızla tanımlanmamız gerekir oysa; “Sınırlar veya sınırlar hakkında konuşmak son derece tehlikelidir. Bunun yerine, tamamen açık kalmamız, her zaman dahil olmamız ve sosyal olaylara kişisel olarak katkıda bulunmayı hedeflememiz çok önemlidir,” diye uyarır Dario Fo.
Bu arada sınırlar(ımız)ı yüzleşmeye cesaret edemediğimiz korkular(ımız) belirlerken; Herodot’un, “Bizim sınırımız olan hiçbir ülkede güneş parlamayacak”; Kjell Magne Bondevik’in, “İnsan onuru, ulusal sınırlardan bağımsızdır. Her zaman fakirlerin ve diğer ülkelerde zulüm görenlerin çıkarlarını savunmalıyız,” uyarılarını kulağımıza küpe etmeliyiz.
Ayrıca da sınır kavramını verili koordinatlarda direniş, şiddet ve egemen iktidar arasındaki ilişkilerin toplamı olarak irdelemeliyiz. Çünkü “Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i”nde (“YDD”) sınır artık basit bir hat olarak değil, toplumsal alanın tümüne yayılmış bir hareketlilik olarak düşünülmelidir.
1990’lı yıllardan itibaren yükselen uluslararası hareketlilikle birlikte sınır devasa bir göç, aciliyet, kriz, insani yardım gibi gereklilikleri güncellemiştir.
Giderek yoğunlaşan göçmen[3] hareketliliği eksenindeki güvenlik(leştirme) politikalarının nesnesi olan sınır mevzuu “durdurma, engelleme, filtreleme işlevi”yle tanımlanır oldu.
Böylelikle de Avrupa Birliği (AB) üyesi devletlerin 1951 Mültecilerin Hukuki Statülerine ilişkin Cenevre Sözleşmesi’ni aşındırma çabasının sonuçlarıyla karşı karşıya kaldık. Sınır yönetimi uygulamaları nedeniyle “yasadışılaştırılan” ve “suçlulaştırılan” göçmenler, sınır yönetimi dayatmalarının hedefi olmaktadırlar.
Bu bağlamda evrensel eşitlik ilkesi ile siyasi ve toplumsal eşitsizlikler arasındaki açığın politikleştirilmesi çerçevesinde sınır(lar), eşitlik isteminin ihlâlidir.
Kuzey ülkelerinde kriz ve güvenlik gibi kavramlar ekseninde sunulan sınır meselesi, aynı zamanda göçmenleri “canavarlaştıran” bir çerçevede ele alınıp, onlara yönelik hak ihlâllerini meşrulaştırır.
Söz konusu hâlde sınır hem iktidar mekanizmalarının yeniden üretildiği, hem de bu mekanizmalara direnme biçimlerinin çatışma alanı olarak da düşünülebilir.
Sınır daha çok insan kontrol etmeyi hedeflerken; asla tümüyle kapatılmaz, insan akışını tümüyle durduramazken; göçe ilişkin hareketlilik, iktidarları sürekli kendini yeniden örgütlenmek durumunda bırakmaktadır.
Devletin gözetim, sınırdışı, suçlulaştırma, dışlama ve sınır çoğaltımı gibi çok çeşitli teknikleri zorba denetim mekanizmalarını oluştururken sınır yönetimi ve göç kontrolü, göçmenlerin etnisite, yaş, eğitim, yabancı dil bilgisi, engellilik vb. konularda nasıl bir yaşama razı edilmeye zorlanacağının kriterlerine dönüşür.[4]
* * * * *
Göç gerçeği, eşitsizlik ve şiddetten kaynaklanan ekonomi-politik bir durumdur ve uluslarası kapitalist vahşetle doğrudan ilintilidir.[5]
Formel olarak “Sığınma ile göç farklıdır,”[6] deseler de (örneğin iç savaş, kargaşa, siyasal baskı nedeniyle yaşamları, varlıkları tehlikeye düşmüş insanların yer değiştirmesine iltica denirken); bu hâl doğası gereği göç ile iç içe geçmiştir. Bunların arasına Çin Seddi çekmeniz mümkün değildir. Mesela 12 Eylül 1980 darbesiyle Avrupa’ya giden ilticacılar, bir süre sonra göçmen, hatta daha sonra da vatandaş olmuşlardır.
Genel olarak göç kapitalizmin “artık nüfus” sorunuyla doğrudan ilintilidir. Örneğin XIX. yüzyılın başından 1870’e kadar Avrupa’dan Amerika’ya ve sömürgelere göç edenlerin sayısı yaklaşık 300 bin kişi iken, 1870-1910 kesitinde (büyük depresyon, liberalizm, finansallaşma, küreselleşme döneminde) 1.5 milyona yaklaşmıştı.
Kapitalist toplumlar, yine XIX. yüzyılın neo-liberal küreselleşmeci modeliyle yönetiliyorlarken; “artık nüfus” sorunu yeniden alevlendi.
“Artık nüfus” sorunu değişik oranlarda, tüm kapitalist ülkelerde ağırlaşıyor; buna T. “C” de dahil. “Sığınmacılar” vurgusuyla öne çıkarılan soru(n)lar, aslında kapitalizmin, “artık-nüfus” üretme eğiliminin, bu eğilimi derinleştiren gelişmelerin dışavurumlarıdır[7] ve sorumlusu da elbette sürdürülemez kapitalizmdir!
Herkesin malumu üzere, XIX. yüzyıl ila XX. yüzyılın başında bütün kıtaların kaderini göçler belirledi. 1821-1924 arasında Avrupa’dan öteki kıtalara 55 milyon kişi göç ederken; ‘Uluslararası Göç Örgütü’nün (IOM) ‘2020 Dünya Göç Raporu’na göre bugün dünyada 281 milyon uluslararası göçmen var.
Bu sayı sürekli artıyor, 2000 rakamı 150 milyon kişi. Ülke içi göçler ise çok daha fazla, 2009 için 740 milyon kişi olduğu ifade ediliyor. Sadece 2018 yılında 28 milyon ülke içi yer değiştirme tespit edildi. Bunların yüzde 61’i “doğal” felâketler ve yüzde 39’u çatışmalar ve şiddet nedeniyle oldu. “Doğal” felâketler denince, fırtınalar ve seller başta olmak üzere iklim değişikliği ile ilgili olanlar yüzde 94’ünü oluşturuyor. Kuraklık ve kıtlık nedeniyle olanlar da var. Çatışmalar ve şiddet nedenli iç göçler ise hep artıyor, 2008’de 5 milyonun altında iken 2018’de 10.8 milyon olmuş. Çatışma ve şiddet nedenli iç göç yapmış kişi sayısı 2018’de 41.3 milyon kişi ile rekor kırmış durumda, en fazla 6.1 milyon kişi ile Suriye’de.[8]
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) “2021 Dünya Göç İstatistiği’ne göre i) 89.3 milyon insan zorla yerinden edildi; ii) 27.1 milyon insan mülteci oldu; iii) 53.2 milyon insan kendi ülkelerinde yerinden edildi; iv) 4.6 milyon insan sığınmacı oldu![9] Ki bunlar kayda girenler; girmeyenleri ise siz tasavvur edin…
Kolay mı?
Emperyalizm, bölgesel savaşlar çıkararak sadece tek tek devletleri değil, bütün bir bölgeyi tümüyle istikrarsızlaştırırıp yalnızca askeri değil, siyasal, ekonomik, demografik ve kültürel saldırılarla da buraları kontrol etmeye çalışıyorken; “sığınmacılar meselesi”ni de yaratıyor! Yani işgalciler, savaş çıkaranlar, insanları yerlerinden yurtlarından edenler bu hâlin baş sorumlularıdırlar.
Slavoj Zizek, ‘İkili Şantaja Karşı: Mülteciler, Terör ve Komşularla Diğer Sorunlar’[10] başlıklı yapıtında, mülteci meselesinin SSCB sonrası küresel sistemle ilişkisine dikkat çekiyor. Gerçekten de emperyalist devletlerin, ellerine geçen sınırsızlık ve rakipsizlik olanağıyla Güney ülkelerinde yeni bir sömürgecilik oluşturması, askeri müdahaleler, ülkelerin istikrarsızlaştırılması, özellikle Afrika ve Ortadoğu’nun sınırsızlaşması göçü tetikledi.
Bu da XXI. yüzyılın “Yeryüzünün Lanetlileri” açısından “kavimler göçü” trajedilerine yol açtı.
Örneğin Polonya-Belarus sınırında yaşanan sığınmacı trajedisi tekil değildi. Dünyanın dört bir tarafında benzer sahneler yaşanıyordu. Daha iyi bir yaşam umuduyla Doğu’dan Batı’ya, Güney’den Kuzey’e doğru yaşanan göçü hiçbir bariyer durduramıyor. Kavimler göçünü aratmayan bu durum kapitalist-emperyalist sistemin eseri. Kapitalist sömürünün, emperyalist saldırganlığı ve despot rejimlerin hükmü sürdükçe, ‘yeryüzünün lanetlileri’nin göçü de devam edecek.
Kapitalist-emperyalist dünya sisteminin açlığa, savaşlara, çatışmalara mahkûm ettiği milyonların daha iyi bir yaşam umuduyla çıktığı yolculuk devam ediyor. Kapitalist-emperyalist sistemin kriziyle birlikte bu göç akını son yıllarda daha da artmış durumda. Yoksulluğun girdabında debelenen güney yarımküreden kuzeye, doğudan batıya doğru yaşanan göç akını “kavimler göçü”nü andırıyor.
Her yıl on milyonlarca kişi savaştan, çatışmadan, açlık ve yoksulluktan dolayı yerini, yurdunu terk ederek gelişmiş ülkelere gitmeye çalışıyor. Daha fazla kâr, daha fazla sömürü uğruna eşitsizliği, adaletsizliği her geçen gün daha da derinleştiren egemenler, “Yeryüzünün Lanetlileri’nin bu akınını durdurmak için seferber olmuş durumda. Sermayenin serbest dolaşımı için sınırları kaldıran Batılı emperyalist ülkeler, söz konusu yoksullar olunca sınırlara duvarlar örüyor, tel örgüler çekiyor, muhafız güçlerine milyar dolarlar akıtıyor. Yeter ki kendi müreffeh adalarına “baldırı çıplaklar” gelmesin.
Avrupasından Amerikasına, Avustralyasından Kanadasına, küresel köyün efendisi güç merkezleri göçmen dalgasını kırmak, engellemek için bayraktarlığını yaptığı “insan hakları”, “sebest dolaşım”, “özgürlükler” gibi her türlü değeri ayaklar altına alabiliyor. Sınır boylarında muhafız alayları, paramiliter milisler, ırkçı-faşist gruplar duvarları aşmaya çalışanlara saldırıyor, dövüyor, öldürüyor.
Kitlesel ölçekte yollara dökülmek zorunda kalarak mülteci durumuna düşen Iraklılar, Filistinliler, Afganistanlılar, Suriyeliler, Somalililer, Yemenliler, Sudanlılar, Malililer, hepsinin durumu emperyalist yıkım politikalarının sonucu. Egemenler ülkelerini ateşe attıkları milyonları, kendi ülkelerine sokmak istemiyorlar.
BM verilerine göre İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yanaki dönemin en büyük mülteci/göçmen krizi yaşanıyor. Haziranda yayımlanan raporda savaş ve zulüm nedeniyle küresel çapta yerinden edilenlerin sayısının 82 milyonun üzerine çıktığı kaydedildi. Dünyadaki mültecilerin üçte ikisinden fazlası şu beş ülkeden geliyor: Suriye, Venezüella, Afganistan, Güney Sudan ve Myanmar.
Ayrıca rapor, Suriye, Afganistan, Somali ve Yemen’deki gibi uzun süreli krizlerin insanları kaçmaya zorladığını, Etiyopya ve Mozambik gibi yerlerdeki şiddet olaylarının ise yerinden edilmeyi hızlandırdığını vurguluyor.
Meksika üzerinden ABD sınırına gitmek isteyen Orta Amerikalı göçmenler, güvenlik güçlerinin saldırılarına rağmen farklı bölgelerden yürüyüşlerini sürdürüyor. Haiti, Kolombiya, Benin, Honduras, El Salvador, Nikaragua’dan yola çıkan Güney Amerikalı göçmenler Meksika’da buluşarak Amerika’ya gitmeye çalışıyor. Meksika basınında çıkan habere göre, ülkelerindeki şiddet, işsizlik ve yoksulluk gibi sorunlar nedeniyle daha iyi bir hayat kurmak için ABD’ye ulaşmaya çalışan göçmenler, Ulusal Muhafızlar’ın engellemeleri nedeniyle rotasını değiştirdi.
‘Göç Araştırmaları Derneği’nden Doç. Dr. Polat S. Aplman, “Birden bire dünyada niye göç dalgası başladı dersek en temel nedeni eşitsizlik ve ayrımcılık politikasının sürdürülemez hâle gelmesi. Kapitalizmin ‘altın çağı’ bitti ve cehennem eşiğine geldik. Bu eşiğin en ağır faturasını en yoksul ve en ezilen halklar ödüyor. Bu onların tek başına taşıyabileceği yük değil,”[11] derken hiç de haksız değildir.
* * * * *
Dünyadaki 281 milyon göçmenin tamamı tek bir ülkede yaşasaydı, Hindistan (1.4 milyar), Çin (1.4 milyar) ve ABD’den (339 milyon) sonra dünyanın dördüncü büyük ülkesini oluştururlardı[12] gerçeği ışığında, burada göç gerçeğine ilişkin bir parantez açmakta yarar var:
Örneğin hayvanlar, balıklar hareket edemeseydi hayatta kalamazlardı. Toplayıcılık, avcılık, otlaklara bağlı hayvancılık gibi yakın zamanlara kadar dünya nüfusunun ana geçim kaynağını oluşturan faaliyetler, sürekli hareket hâlinde olmakla, göçerlikle mümkündü.
Henri Pirenne’in anlatımıyla, modern kapitalizmin oluşumunda, tüccarların ilk taleplerinden biri serbest seyahat hakkıydı, serbest dolaşım ilk sivil haklardan sayılır.
Zenginlere seyahat kısıtlaması getirildiğini düşünelim, nasıl bir dünya olurdu? En ağır suçlardan biri yaşamı yok etmek ise, cinayetten sonra en ağır işkencelerden biri hareketin engellenmesi sayılır herhâlde.
Köleciliğin aşılmasının esas motifi, istediği yere seyahat edebilme, daha gerisinde istediği yerde barınma, çalışma, yaşama hakkıdır. Seyahat hakkı, tüm dünyayı görme ve dünyada yaşamını istediği yerde kurma hakkı, temel hak ve özgürlüklerden biridir. Dolayısıyla sınır içi veya sınırları aşan göç ve göçmenlik; insanın amaçlı varlık oluşunun, kendi kendisinin gerçekleştirmesinin koşulu, temel hak ve özgürlüklerden biridir.
Aynı zamanda göçmenlik ve mültecilik bir eylem biçimi, bir üretim biçimi, bir irade biçimidir.
Sınırları aşan göç tek bir devlet veya ulustan daha fazla “ulusu” ilgilendiriyor, uluslararası bir sorunu oluşturuyor.
O hâlde göç, göçmen, mültecilik, önyargı veya ayrımcılık sorunları tek başına bir devlet düzeyinde, hele de mevcut “ulus-devlet” modelinde çözülebilir gözükmüyor.
İnsan hakları evrensel beyannamesi bir model oluşturabilirse de mevcut uygulama eksik kalıyor. İnsan Hakları her ne kadar “evrensel beyanname” olsa da, ulus-devletler yükümlü kılınarak, ulusal-devlet sınırlarına sıkıştırılarak “evrenselliğinden” kaybediyor. Hatta “insan hakkı” olmaktan bile pratikte çıkarılmış oluyor. Dahası insan hakkı sayılan ortak yaşam veya enerji kaynaklarının “sınırsız özel mülkleştirmesi” dünya nüfusunun büyük kısmının “mülksüzleştirilmesi” anlamına geliyor.
Mülksüzleşenler mülklerin hareket ettiği yöne doğru hareketleniyor, bu da eşyanın tabiatından veya sosyal olayların özelliğinden geliyor. Göçmenler de mülklendikçe entegrasyon başarılmış olacak, ancak yerleşik olanlar, göçmenlerin mülk edinmesine veya yurttaşlığına karşı çıkıyor. Entegrasyondaki güçlük, göçmenden daha çok yerleşik olandan, yoksul ülkelerden daha çok varsıl ülkelerden kaynaklanıyor. Tersine bir entegrasyon sorunu bulunuyor.
Entegrasyon sorunu güçlü olanın asimetrisinden kaynaklanıyor.
Göç ve göçmenlik durumu hem göçmen hem de yerleşik için nedenden daha çok sonuç olmakla birlikte, yeni başlangıçları zorlayan bir süreçtir. Sorunların çözümü de ancak birlikte ve küresel düzeyde sağlanabilir.
Gerek ulusal sınırlar, gerekse sınır aşan göç ve göçmen sorunları tüm dünyada ortak “medeni” kurallar ve haklar geçerli kılınmadıkça pek çözüleceğe benzemiyor. Mevcut durumda en azından İnsan hakları (hak ve özgürlükler) ulus-devlet sınırlarına sıkıştırılmadan, “yurttaş” ve “yabancı” ayrımı yapılmadan tüm dünyada geçerli sayılırsa köklü bir çıkış noktası olabilir.[13]
Ancak bu imkânsız olmasa da, hiç de kolay değil!
Gerçek şu ki kapitalist dünyada göç hareketleri Karl Marx’ın ifadesiyle, “egoist hesabın buzlu suları”nda şekilleniyor ve ileri bir ülkenin sınırlarını geçen her bahtsız için kılı kırk yaran araştırmalar yapılıyor.
Hatırlayın: İsviçreli sinemacı Xavier Koller, yıllar önce, kartpostallarda gördüğü bir diyara “umuda yolculuk” yapmaya kalkışan Maraşlı ailenin aslında nasıl felâkete koştuğunu gözler önüne sermişti. Finli yönetmen Aki Kaurismäki de Helsinki’ye sığınan Faslı bir emekçinin, kaçak işçi çalıştıran bir lokantacıyla saldırgan ırkçılar arasında hayata tutunmaya çalışarak, nasıl “umudun öteki yüzü”yle (2017) tanıştığını anlattı. 2015 Eylül’ünde cansız bedeni Bodrum sahillerine sürüklenen Aylan Bebek’in dramı ise henüz yazılmadı!
Batı’nın “sığınmacılık” konusundaki tutumu böyledir ve Erdoğan Batı dünyasındaki riyakâr ve egoist tutumu kınamakta kuşkusuz haklıdır. Ne var ki bu tutumu mümkün kılan “açık kapı” politikasının da -çağdışı “muhacir” anlayışıyla ve AB ile işbirliği içinde- yine Erdoğan tarafından uygulandığı asla unutulmamalıdır!
Bu politikanın “hukuki”(!) dayanağını 2013’de AB ile imzalanan “Geri Gönderme Anlaşması” (Dublin III Tüzüğü) teşkil ediyordu. Bu ve bunu izleyen anlaşmalar “Güvenli 3. ülke”, “ilk iltica ülkesi” gibi kavramlarla milyonlarca göçmeni Türkiye’ye bağlıyor ve karşılığında da -bahşiş kabilinden- bir yardım öneriyordu. Anlaşmalara göre bir ülkenin “güvenli ülke” sayılabilmesi için, o ülkede insanların “ırk, din, milliyet, toplumsal köken, siyasi düşünce gibi nedenlerle tehdit altında bulunmaması; işkence ve insanlık dışı ya da aşağılayıcı davranışlara maruz kalmaması; sivillere yönelik şiddet, çatışma kaynaklı ciddi tehditler olmaması” gibi şartlar aranıyordu. Oysa AB sözcülerine göre Türkiye’de bu şartlar Türkler için bile mevcut değildi ve bu yüzden de AB parlamentosunda “yaptırım” önerileri oylanıyordu. Eğer bu öneriler uygulanmaya konmuyorsa, bunu sağlayan da AB üyeleri arasında en katı göçmen politikasını yürüten Macaristan idi.[14]
* * * * *
Savaşın başlaması ardından 10 milyondan fazla Ukraynalı evlerini terk etmek zorunda kaldı. Bunların neredeyse 4 milyonu ülkeyi terk etti. Ülkenin toplam nüfusunun 41 milyon olduğu göz önünde bulundurulursa, rakamın ciddiyeti daha iyi anlaşılabilir. BM Yüksek Komisyonu’na göre bu, II. Dünya Savaşı’ndan beri Avrupa toprakları üzerindeki en büyük insan hareketiydi.[15]
Belarus’un Bruzgi sınır noktasında yaklaşık 2 bin kişi göçmen, yerleştirildikleri kapalı alanda AB sınırlarına geçme ümidiyle beklemekteydiler.[16] Belarus-Polonya sınırında yüzlerce sığınmacı zorlu koşullardayken;[17] bekleyişlerini sürdüren göçmenler soğuk hava şartları altında, yetersiz gıda ve tıbbi destek altında yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Polonyalı yetkililer sınırın kendi taraflarında 7 sığınmacının öldüğünü bildirirken, Belarus ise bu sayının daha da fazla olduğu açıkladı.[18]
Bu arada İspanya sahil güvenlik güçleri Nijerya’dan yola çıkan bir gemiye yön veren metal levha şeklinde su hizasında bulunan dümen palasında 11 gün boyunca seyahat eden 3 mülteciyi kurtarırken;[19] Afganistan’daki göçe karşı “çözüm” olarak Türkiye, İran sınırına 242, Yunanistan ise Türkiye sınırına 40 kilometrelik duvar ördü.[20]
BM bünyesindeki ‘Uluslararası Göç Örgütü’ (IOM) raporuna göre sadece 2023’ün ilk çeyreğinde Akdeniz sularında 441’den fazla göçmen hayatını kaybetti. Bu rakam 2017’den sonra yılın bir çeyreğinde kaydedilen en yüksek ölüm sayısı oldu.
Raporda Akdeniz üzerindeki yolculuk hattındaki göçmenlerin birinci varış noktası İtalya’ya göçlerde yüzde 300’lük bir artış oldurken; Doç. Dr. Didem Danış, “Zenginler servetini 4.4 trilyon dolara çıkarırken yoksulluk ve zulüm, göçmenleri ölümü göze alarak zorlu yolculuğa çıkarıyor,”[21] dedi.
İfadeye gayret ettiğim hâlde göçmenler Akdeniz’de boğuluyor, Sırbistan’da dikenli tellere takılıyor, Polonya ve Macaristan sınırlarında açlık ve susuzluk yüzünden her gün binlercesi hayatını kaybediyor. 2014’ten bu yana sadece Akdeniz’de 50 bin kişi boğularak öldü. Buna rağmen bu ölüm yolculuklarına akış yönündeki çaresizlik sürüyor. Çünkü ezilen ve sömürülen halklar savaşlarla, yokluk ve yoksullukla soluksuz bırakılıyor. Çünkü emperyalist akbabalar ve işbirlikçileri ezilen halkları sömürüp iliğini kemiğini kurutarak geleceksizliğe mahkûm ediyor
Malum: Göç, keyif için çıkılan bir yolculuk değildir. Bir yere gitmek istersiniz, bir yeri gezip görmek istersiniz… Göç buna benzemez. Kimse mecbur kalmadıkça doğup büyüdüğü toprakları terk etmez, yerinden yurdundan, alıştığı ve soluk alıp verdiği, hafızasını diri tuttuğu yerden ayrılmak istemez.
Göç, bin bir umutla çıkılan lâkin akla hayale gelmeyecek belirsizlik ve tehlikelerle dolu bir yolculuktur. Suriye, Afganistan, Afrika, İran, Irak… Meksika sınırlarından ABD kapılarını zorlayan yoksul Latinler, Polonya’da, Macaristan’da sınırlarda donan Ortadoğulular…
Ucuzun da ucuzu emek deposu olarak istihdam edilen göçmenler, faşist iktidar ve muhalefet tarafından göçmen düşmanlığının hedefi hâline getirildiler. Emperyalist kapitalist sistemin bütün günahlarının, krizinin yol açtığı toplumsal sarsıntı ve çöküşün sorumluluğu göçmenin cılız omuzlarına yüklendi.
Bu, Türkiye’de de dünyada da ırkçılığa kan taşıyan başlıca kaynak durumundadır. Öyle ki, faşist ve ırkçı partiler, hızla gericileşen Avrupa’da mülteci karşıtlığı sayesinde seçim kazanabiliyor.
Emperyalist Avrupa ülkeleri başlarda mültecileri ilk adım attıkları ülkede tutmayı para musluklarını açarak sağlıyordu, fakat dünyanın yoldan çıkışı öylesine küresel bir felâketti ki, önce 1993’ten beri yürürlükte olan yasaları devre dışı bıraktılar; ardından çok daha ağır ve insanlık dışı yeni yasaları devreye soktular. Bu, zaten uygulananların yasal bir kılıf içine sokulmasıydı.
Akdeniz’de göçmen teknelerini “geri itme” olarak devreye sokulan cinayetler şimdi yasal olacak. Dikenli tellere, eğitilmiş köpeklerle korkutmalara, duvarlara güven duymayan emperyalistler, her ülkenin sınırında mülteciler için toplama kampları kurabilecek. Mülteciler bu kamplarda hapsedilebilecek, daha sonra da canını kurtarmak üzere kaçtığı “ülkesi”ne teslim edilecek.
Göç ve göçmenlik deyince sermayenin ihtiyaçlarının başa yazıldığı bir vakıa. Avrupa ülkeleri kamplara doldurduğu göçmenlere çöp muamelesi yapmaktan vazgeçmezken “vasıflı/eğitimli” olanları sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda kapmaktadır.[22]
* * * * *
Toparlarsak: Her şeyi göze alarak yollara düşenler gittikleri yerden memnun mudur?
Kimi kendi kökleri pahasına gittikleri kara parçasının iklimine sıkı sıkıya tutunacak, kendinden olanı, kendi olanı unutacaktır. Unutmayı da çok isteyecektir, belki de zaten yola düşmeden unutmuştur.
Göçmenlerden bazıları gittikleri yerlere asla tutunamayacak, ebedi bir arafta yas tutacaktır.
Gidenler göçe zorlanmıştır. Bir göçmen yola çıkarken heybesine bir alay insanlık trajedisi koyar.
Ve sürdürülemez kapitalist barbarlık koşullarında herkes potansiyel mültecidir.
Evet, evet, ülkelerin devletlere, devletlerin sermaye sahiplerine ait olduğu tüm coğrafyalarda herkes bir gün mülteci olmaya, ülkesinin dışında bir yerde böylesi ağrılı ve sancılı bir yolculukla yeni bir ülke aramaya adaydır. Ülkelerin halka değil devlete ait olduğu bir dünyada aslında hepimiz mülteciyiz, göçmeniz.
Neden göç eder insanlar, nerden yurtlarını, yuvalarını bırakıp bilmedikleri topraklara, coğrafyalara, ülkelere gitmeye çalışırlar? Neden ölümü göze alarak yoksulluklarını bir küçük torbaya doldurup denizlere atarlar kendilerini? Pek çok nedeni var!
Kimileri yoksul ülkelerde nüfus artışını göçlerin temel nedeni sayar. Onların söylediğine bakarsanız dünyanın bir bölümünde artan nüfus ile zengin ülkelerde nüfus artış hızının duraklaması en önemli nedendir. Örneğin tarihçi Eric Hobsbawm bu durumun bir belirsizliğe işaret ettiğini şöyle anlatır: “Dünyanın bir bölümünde insanlar artık üremezken, diğer bölümünde büyük bir nüfus fazlası ve dolayısıyla potansiyel bir göçmen kitlesi var. Şu anda yaşadığımız durum budur ve biz ilerde ne olup biteceğini pek bilmiyoruz.”[23] Kuşkusuz Hobsbawm öteki faktörlere de dikkat çekiyor ama asıl olanı anlatmaya yetmiyor nüfus artışı.
İnsanlar evlerinde, yurtlarında yaşayıp giderken tepelerinde bombaların patlamasını, ölümün eşlerini, çocuklarını avlamasını istemezler. Nedeni ne olursa olsun bir yerde silahlar konuşmaya, toplar gürüldemeye, savaş uçakları göklerden ölüm yağdırmaya başlamışsa, insanlar yurtlarını, yuvalarını terk ederler. Kendilerine yeni yurtlar, sığınacak topraklar aramaya çıkarlar. Savaş neden çıkar peki? Kimi devletlerin bir zamanlar yine güçle çizilmiş sınırlarını genişletmek istemesinden, başkalarının topraklarındaki zenginliklere el koyma hevesinden, kendilerince stratejik buldukları bölgelerdeki egemenliklerini genişletmek niyetinden doğar savaşlar. Zengin ve güçlü olanlar uydurma nedenlerle başka ülkelerin topraklarına dalarlar. Bir zamanlar bizim ülkemizi de böyle bir maceraya sürüklemek, ortak etmek istedikleri ABD’nin Irak’a saldırısı işgali böyle bir örnektir. O günlerde on binlerce Kürt Iraklının ülkemize sığındığını anımsamıyor musunuz? Şimdi başımıza gelen heves ve basiretsizlik nedeniyle sürüklendiğimiz tuzak da böyledir. Göçlerin en önemli nedenlerinden birisidir savaş.
Ama artık hepimiz biliyoruz, göçlerin en önemli, temel nedeni yoksulluktur, sömürüdür. Belki de insanlar kendilerine dayatılmış yoksulluğa isyan ediyor, sömürü çarklarının uluslararası çaptaki hareketine karşı çıkıyorlardır. Ellerinden alınanın nerede zenginliğe dönüştüğünü öğrendikleri için oralara o ülkelere, zengin Kuzey’e ve Batı’ya doğru yola çıkmışlardır. Bunun ille de bilinçle yapılıyor olması gerekmez. Ama şunu biliyoruz artık; sömürdünüz, sömürmeye devam ediyorsunuz, paylaşmaya yanaşmadığınız da ortada, öyleyse biz oraya paylaşmaya, hakkımız olanı almaya geliyoruz. Üstelik biz o kadar çok milyonlarız ki bizi durdurmanız artık imkânsız; bizi ırkçılığınızla, yabancı düşmanlığınızla, “ülkelerine geri göndereceğiz misafirperverliğinizle” de durduramayacaksınız. Bizler sürgünler, hangi nedenle olursa olsun topraklarını terk etmeye zorlanmış göçmenler, bilmediğimiz bir dünyaya doğru her şeyi, ölümü de göze alarak yola çıktık.
Edward Said’in sözlerini kendimize uyarlayarak söyleyelim; şu gerçeği biliyoruz: “Bir kere yurdumuzdan ayrıldıktan sonra nereye gidersek gidelim orada hayata kaldığımız yerden devam edemeyeceğiz, o yeni yurdun bir başka yurttaşı olamayacağız.”[24] Orada bizi önce “misafir” olarak gören, “hoşgörüsünün” sınırları belli, evin nedense “gerçek” sahipleri, sonra kademe kademe yabancı düşmanlığı ve nihayet ırkçılık karşılayacak. Ama biz de boş durmayacağız, her gün biraz daha çok, biraz daha milyonlar olarak geleceğiz. Gerçekleri gizleyemeyeceksiniz. Yoksulluğun nedenlerini, zenginliğin kaynaklarını araştırmadan gerçeği aramaya çalışmak işi yokuşa sürmek, yalanı aklamaktır. Göçlerin temel nedeni Güney’in, Doğu’nun hızla yoksullaşması, zenginliğin ise Kuzey’de, Batı’da yoğunlaşmasıdır. Bu da açıkça emperyalizmi, kapitalizmi suçlu sandalyesine oturtmayı zorunlu kılar.[25]
30 Mart 2025 19:13:39, İstanbul.
N O T L A R
[1] Murathan Mungan.
[2] Canan Kaftancıoğlu, “Namus Belası”, Cumhuriyet, 21 Ağustos 2021, s.2.
[3] Cahide Sarı, “Sınır, Göç, Göçmen”, 1 Ekim 2021… https://ayrintidergi.com.tr/sinir-goc-gocmen
[4] Cahide Sarı, “Sınır”, Kaldıraç Dergisi, No: 258, Ocak 2023, s.95-97.
[5] Bkz: i) Temel Demirer, “… ‘YDD’ Eşitsizliği ve Göç(menlik)”, Kaldıraç Dergisi, No:220, Kasım 2019… ii) Temel Demirer, “Göç(menlik) Trajedisi”, 10 Haziran 2021… https://temeldemirer.blogspot.com/2021/08/gocmenlik-trajedisi.html; iii) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Göç(menlik) Aidiyeti”, Rojnameya Newroz, Temmuz 2021… https://temeldemirer.blogspot.com/2021/07/gocmenlik-aidiyeti.html
[6] Öztin Akgüç, “Sığınmacı Sorunu”, Cumhuriyet, 25 Mayıs 2022, s.11.
[7] Ergin Yıldızoğlu, “Bu Bir Fransız Hastalığı Değil”, Cumhuriyet, 6 Temmuz 2023, s.7.
[8] Bayazıt İlhan, “Savaş, Silah, Para, Göç”, Birgün, 3 Eylül 2021, s.6.
[9] Soner Yalçın, “Öyle Kolay Değil”, Sözcü, 12 Mayıs 2023, s.10.
[10] Slavoj Zizek, Against the Double Blackmail: Refugees, Terror and Other Troubles with Neighbors, Penguin Books, 2017.
[11] İbrahim Varlı, “Göçün Nedeni Bu Kirli Düzen”, Birgün, 11 Kasım 2021, s.13.
[12] Vijay Prashad, “Göç Eden İşçiler Dünyaya Servet Kazandırıyor”, 20 Haziran 2024… https://www.avrupademokrat3.com/goc-eden-isciler-dunyaya-servet-kazandiriyor-ozgur-gelecek/
[13] Adnan Gümüş, “Asimetrik Tersine Entegrasyon”, Birgün Pazar, Yıl:18, No:750, 25 Temmuz 2021, s.9.
[14] Taner Timur, Dünden Bugüne Türklerin ‘Göç’le Sınavı”, Birgün Pazar, Yıl:18, No:753, 15 Ağustos 2021, s.8-9.
[15] Umut Kaftancıoğlu, “Avrupalıların Sığınmacı Tutumu”, Cumhuriyet, 11 Mayıs 2022, s.2.
[16] “Manş’ta Facia”, Birgün, 26 Kasım 2021, s.5.
[17] “Belarus-Polonya Hattında Yüzlerce Sığınmacı Zorlu Koşullarda”, Cumhuriyet, 10 Kasım 2021, s.7.
[18] “Sığınmacı Dramı”, Birgün, 10 Kasım 2021, s.13.
[19] “Geminin Dümen Palasındaki 3 Mülteci Kurtarıldı”, Sözcü, 30 Kasım 2022, s.20.
[20] “Afganistan’daki Göçe Karşı ‘Çözüm’ Yüksek Duvar”, Birgün, 22 Ağustos 2021, s.9.
[21] Umut Serdaroğlu, “Ölüm Pahasına Umut Yolculuğu”, Birgün, 16 Nisan 2023, s.7.
[22] Oya Açan, “Göç ve Göçmenlik: Tarih Kadar Eski Olgu”, Yeni Yaşam, 27 Haziran 2024, s.9.
[23] Eric Hobsbawm, Yeni Yüzyılın Eşiğinde, çev: İbrahim Yıldız, Yordam Kitap, 2007, s.161.
[24] Edward Said, Entelektüel, çev: Tuncay Birkan, Ayrıntı Yay., 1994, s.72
[25] Güray Öz, “Ne Yaparsınız Milyonlar Sınırı Geçtiğinde…”, Birgün Pazar, Yıl:18, No:750, 25 Temmuz 2021, s.3.