Stalin 1945’te Türkiye’den Kars, Ardahan ve Boğazlar’ı istedi mi? | Ayşe Hür
80 yıl önce bugün SSCB Dışişleri Bakanı Molotov ile Türkiye’nin Moskova Sefiri Selim Sarper bir görüşme yaptı. O gün konuşulanlara dair iddia zamanla öylesine tartışılmaz bir hal aldı ki, Türkiye’nin 1952’de NATO’ya girişinden itibaren Batı Bloku ile her düzeyde ilişki kurmasının gerekçesi olmuştur. Ne zaman Türkiye’nin Batı ile ilişkilerine eleştiri getirilse, birileri “Stalin’in toprak taleplerini unutmayın!” diye sopasını sallar. Peki işin aslı nedir?
Türkiye’nin askeri yardımlar, para ve diplomatik destekle Millî Mücadele’yi kazanmasına yardım eden Sovyetler Birliği’ne mesafe koymasının tarihi uzundur. Ancak bu mesafenin adeta bir “soğuk savaş”a dönmesinin tarihi başlıktaki iddia ile ilişkilendirilir. Bu iddia öylesine tartışılmaz bir hal almıştır ki, Türkiye’nin 1952’de NATO’ya girişinden itibaren Batı Bloku ile her düzeyde ilişki kurmasının gerekçesi olmuştur. Ne zaman Türkiye’nin Batı ile ilişkilerine eleştiri getirilse, birileri “sakın Stalin’in toprak taleplerini unutmayın!” diye sopasını sallar.
Peki işin aslı nedir? Konuyu anlamak için biraz geriden başlamak lazımdır.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında hem Mihver Devletleri hem Müttefikler için Türkiye’nin tarafsızlığı çok rağbetteydi. Buna rağmen Türkiye her zaman kur yapan ama hiçbir zaman kazanamayan ülkeydi. 18 Haziran 1941’de Türk-Alman Dostluk Anlaşması’nın imzalanması üzerine Türkiye’de adeta bayram havası esmişti. Cumhuriyet gazetesi 4 gün sonra Hitler Ordularının Sovyetler Birliği’ne saldırmasını “Yeni Bir Haçlı Seferi” başlığı ile kutlamıştı. O günlerdeki havayı Trabzon Milletvekili Faik Ahmet Barutçu’dan (Siyasi Hatıralar, c. 1, Ankara, 2001, s. 494) öğrenelim: “Alman-Sovyet harbi memlekette bir bayram havası vücuda getirmiştir. Herkes birbirini tebrik ediyor. Beş yüz senelik tarihi bir intikamın şevki ve sevinci ile kalpler derhal Alman zaferi içim çarpmaya başladı. Öğleden sonra Meclis koridorunda Dışişleri Bakanı Saraçoğlu’na: -Siyasi gazanız bir kere daha mübarek olsun, dedim. Saraçoğlu: -Hepimizin! cevabını verdi. Mebuslar birbirlerine: -Bayramınız mübarek olsun diyorlardı.”
Nazi Almanya’sının Dışişleri Bakanı Joachim von Ribbentrop’un Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Franz von Papen’e gönderdiği gizli bir mektuba bakılırsa, Almanya propaganda faaliyetleri için 5 milyon Mark ayırmıştı. Bunun içinde devlet adamlarından gazetecilere kadar uzanan geniş bir yelpazeye rüşvet vermek de vardı.
Türkiye’nin “aktif tarafsızlık” söylemi
26 Haziran 1941’de Türkiye tarafsızlığını ilan etmişti ama SSCB’nin güney sınırında birliklerini yığmaktan da geri durmamıştı. Öyle ki Kremlin, Kızıl Ordu’nun yenilmesi ve Moskova ile Stalingrad’ın düşmesi durumunda Türklerin Sovyet Kafkasya’sını işgal edebileceğine inanıyordu. 1941 sonbaharında Mareşal Gerd von Rundstedt’in daveti üzerine Türk Ordusu Generalleri Ali Fuad Erden ve Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet işgal altındaki Sovyet topraklarını ziyaret etti. General Semyon Timeşenko basılmamış anılarında “1942’nin ortalarında [Türkiye’nin] Almanya’nın yanında olmayacağını kimse garanti edemezdi” diye yazmıştı. Stalin Azerbaycan ve Ermenistan Komünist Partisi liderlerine “Savaş cephesinden uzaktasınız ama daha az tehlikede olmanız anlamına gelmiyor, çünkü Türkiye’nin tarafsızlığına güvenemeyiz” demişti. 1942 yılının haziran ayında Alman orduları Stalingrad ve Bakü’ye doğru ilerlerken Türkiye’deki Sovyet Elçisi Sergey A. Vinogradov Bulgaristan Komünist Partisi lideri Georgi Dimitrov’a şöyle demişti: “Tahminime göre Türkler asla savaşa girmez, Almanlar da Süveyş’e. Eğer Almanlar Kafkaslara ulaşırlarsa başka bir durum ortaya çıkar. Muhtemelen Sovyet-Alman cephesindeki savaşları kazanmak için her türlü manevrayı yaparlar. Türkler şu an Almanlardan korkuyorlar, gelecekte bizden korkacaklar. Onların içsel duyguları ‘Almanları hastaneye gönder, Rusları mezarlığa’ şeklindedir.” (The Diary of Georgi Dimitrov, 1933-1949, New Heaven, CT, 2003, s. 229.)
Sovyetlerin Türkiye’den beklentileri
29 Temmuz 1942’de Molotov Dimitrov’u uyaracaktı: “Türklerin pozisyonu hala belirsiz. Halbuki bizim tarafımızda olmalılar. Türklerin tekrar bize karşı olması hala pekâlâ mümkün…”
200 gün ve gece süren Stalingrad muharebesinin Şubat 1943 tarihinde Sovyetler Birliği’nin Nazi Almanyası ve müttefiklerine karşı zaferiyle sonuçlanmasıyla Türklerin Mihver Devletleri ile ittifakı ihtimali azalmış ve Moskova Müttefiklerin yanında savaşa gireceğini düşünmeye başlamıştı. 30-31 Ocak 1943’te Birinci Adana Konferansı’ndan sonra Churchill Stalin’i bu toplantıda Türk liderlerini 1943’ün sonunda Müttefiklerin yanında savaşa girmeye razı ettiğini söyledi ve Stalin’e Türklere yönelik dostça bir jest yapıp yapamayacağını sordu. 6 Şubat’ta Stalin buna cevap verdi ve Türklerin pozisyonun hala rahatsız edici olduğunu çünkü aynı anda hem Almanya hem Britanya ve hem de SSCB ile dostluk anlaşmaları yaptıklarını söyledi. Böylece Moskova ve Ankara arasında dostça diplomatik mırıltılar duyuldu ama Türkiye’nin kesin tarafsızlıktan vazgeçtiğine dair açıklama gelmeyince bunlar sona erdi. Bunun üzerine Sovyetler Türkiye’nin tarafsızlığının aleyhine yoğun bir kampanyaya girdiler ve Türkiye’yi Alman yanlısı olarak resmetmeye başladılar ki bu doğruydu. 1943 Temmuz’unda Vinogradov Moskova’ya Balkanlarda askeri üsler konusunda Ankara’ya baskı yapma tavsiyesinde bulundu. Eğer bu baskı işe yaramazsa diyordu Vinogradov, ilerde yürürlüğe koymak üzere yeni düşmanlık konuları listeye eklenebilirdi. Ekim 1943’te Moskova’da yapılan Dışişleri Bakanları Konferansı’nda Sovyet diplomatları Türkiye’ye yıl sonuna varmadan Müttefikler yanında savaşa girmesini tavsiye etmeyi önerdiler. Stalin Eden’e bunu şöyle gerekçelendirdi: Önümüzdeki yıl Türkiye’nin savaşa katılması gereksiz olacak. Ama bugün Türkiye’nin tarafsızlığı Almanların Balkanlarda mevzilerini korumalarına yardımcı oluyor. Eğer Türkiye savaşa girerse Almanlar yeterli rezerv ayıramayacakları için direnemeyebilirler. Bu yüzden Türkiye’nin zafere katkı yapması ilerde barı konferansına katılmaları için gereklidir.
Müttefikler Stalin’i kışkırtıyor
Roberts’in aktardığına göre bunun üzerine Müttefikler Türkiye’ye savaşa katılma çağrısı yapmaya ve üslerini Müttefiklere açıp açmayacağını sormaya karar verdiler. Konu 28 Kasım 1943’te Tahran Konferansı’nda ele alınmaya devam etti. Bu sefer Stalin şüpheciydi: Ne kadar baskı yaparsak yapalım Türkiye’nin savaşa gireceğini sanmıyorum diyecekti. Stalin aynı şekilde Müttefiklerin 1944’te kuzey Fransa’ya yaptıkları Overlord operasyonunun da Anglo-Amerikan askeri öncelikleri açısından Türkiye ile ilgili bir operasyon olmadığını düşünüyordu. Buna karşılık SSCB’nin Bulgaristan’a savaş ilan etmesi halinde Türk-Bulgar anlaşmazlığının ortaya çıkmasını hedefleyen bir plan bile yapmıştı. Tahran Konferansı’nın 29 Kasım’daki ikinci oturumunda Churchill dedi ki Stalin’e: Eğer Türkiye savaşa girme teklifimizi reddederlerse bunun ciddi siyasi sonuçları olacağını Türkiye’ye söyleriz. Özellikle Boğazların statüsünü etkileyen konularda. Stalin bu cümleye bir tepki vermedi fakat ertesi gün yemekte Churchill’in konuyu Rusların “buzsuz liman” (‘sıcak deniz”) ihtiyacına ve Boğazların statüsünü çekmeye çalışınca Stalin bu konunun önemli olduğunu ancak bunun daha derin bir şekilde tartışılması gerektiğini söyledi. Churchill devam etti: Daha önce İngilizler Rusların sıcak denizlere ulaşmasına karşıydı ama şimdi bu konuda bir itirazımız yok. Stalin şöyle cevapladı: “Boğazlar rejimi ilk Sevr anlaşmasıyla düzenlendi, sonra Lozan ve nihayet Montrö… Bütün bu zamanlarda İngilizler Rusya’yı boğazlamak istediler ve eğer şimdi İngilizler bunu istemiyorlarsa, Boğazlar rejimini değiştirmek her zamankinden daha gereklidir. Churchill Stalin ile aynı görüşte olduğunu söyledi ancak acil konu Türkiye’nin savaşa girmesiydi. Stalin de onunla aynı fikirdeydi ve zaman içinde Boğazların ve limanların durumu görüşülebilirdi!”
Stalin aracılığıyla Türkiye’yi sıkıştırma politikası
Türkiye’nin savaşa girmeyeceği 1944’te ortaya çıktığında Churchill Stalin’e Türkiye’ye baskı yapmaya son verelim ama bu savaş sonrasında bazı haklardan mahrum olacağını da ima edelim dedi. Elbette bu sırada Stalin savaş sonrasında Montrö Konvansiyonu hakkında daha çok düşünmeye başlamıştı. 9 Ekim 1944’te Stalin Churchill’e Türkiye’nin Montrö’ye göre SSCB’den çok daha fazla hakkı olduğundan şikâyet etti. Montrö’nün mutlaka revize edilmesi gerektiğini söyledi. Bunun mevcut durumla da ilgisi olmadığını ekledi. Churchill Rusların sıcak denizlere inme hakkından yana olduğunu söyledi fakat Stalin’e aklınızda ne var diye sordu. Stalin o anda Montrö’de nelerin değişmesi gerektiğini söyleyecek durumda değildi fakat bir revizyonun olması gerektiğini söylemekle yetindi. İngiliz arşivlerine göre tam olarak şunu söylemişti: Rusya’nın Boğazları kapatmaya ve Rusya’nın ithalat ve ihracatını engelleme hakkına sahip olan Türkiye’ye tabi olması gayet imkansızdır. Örneğin İngilizler, İspanya ya da Mısır, Süveyş Kanalı’nı kapatsa veya ABD hükümeti, Güney Amerika Cumhuriyeti Panama Kanalı’nı kapata ne yapardı? İlerki yazışmalarda Süveyş ve Panama örnekleri sürekli hatırlatıldı ve nihayet 1945’te Yalta Konferansında Stalin resmi olarak Montrö’nün revizyonunu gündeme getirdi ve konunun ABD, İngiliz ve Sovyet Dışişleri bakanları nezdinde ele alınmasını önerdi.
Yalta Konferansı sonrası durum
4-11 Şubat 1945 Yalta sonrasında Sovyetlerin Türkiye politikası tek taraflı hal aldı. 18 Mart’ta Molotov, Kasım 1945’te süresi biten 1925 tarihli Sovyet-Türk Dostluk Antlaşması’nın yenilenmeyebileceğini duyurdu. Arka planda bu anlaşmayı sonlandırarak Türklerle yeni bir görüşme masası açma ve Montrö konusunu bu masada müzakere etme fikri yatıyordu. Dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu savaş bittiğinde, 11 Mayıs 1945’te Stalin’e övgüler düzüyordu: “Cesaretleri kırılmayan halk çocukları, yine bir halk çocuğu olan Stalin’in etrafında toplanarak, onun dahiyane sevk ve idaresi ile, bütün intikamlarını birer birer almışlar… Bu cihan harbinin birçok parlak sayfalarını Sovyetler yazmıştır ve bu yazıların her sayfasında daima Stalin’in diri yüzü görülmektedir.” Aynı tarihlerde Saraçoğlu, Moskova’ya dönecek Büyükelçi Sarper’e yazılı olarak, “Sovyetlerle bir ittifak muahedesi akdetmeye kadar ilerlemeye prensip itibariyle Cumhuriyet hükümeti mütemayildir” talimatını veriyordu. Yanlış okumadınız.
Selim Sarper sahneye çıkıyor
Türkiye ise yeni bir anlaşma için 7 Haziran’da Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’i Molotov’la görüşmeye memur etti. Selim Sarper, Dışişleri Bakanlığı’nın önemli bir temsilcisiydi. İsmet İnönü’nün politikaya soktuğu ve yükselttiği önemli bir tarihsel aktördü. Lise ve üniversite yılları Almanya’da geçmişti. Berlin Üniversitesi’nde hukuk eğitimi almıştı. Sarper henüz 24 yaşında iken Cumhuriyet ilan edilmişti. Cumhuriyetin kuruluş döneminde İstiklal Mahkemeleri’nde katiplik yapmış, 1927’de Dışişleri’ne girmişti. 40’lı yıllarda Basın Yayın Enformasyon Müdürlüğü görevinde bulunmuştu. Savaş döneminde gazetelerin yönetimi, propaganda bakanlığı onun elindeydi. 1944 yılında ise adını hatırlamamıza neden olan önemli bir vazifeye, Moskova Büyükelçiliği görevine gelmişti. Bu dönemin İkinci Dünya Savaşı’nın sona doğru yaklaştığı yıllar ile Soğuk Savaşın başlangıcını kapsadığı hatırlanırsa Sarper’in Moskova’daki görevinin önemi anlaşılabilir. Sarper’i önemli kılan biraz abartılı da olsa Türkiye için “Soğuk Savaş”ı ilan etmiş olmasıydı.
Sarper Türkiye’nin yeni bir dostluk anlaşması imzalamaya hazır olduğunu ama Boğazların statüsünü değiştirmeyi düşünmediği söyledi. Molotov, Ankara’da kim karşı buna diye sorduktan sonra Ermenistan ve Gürcistan’ın Türkiye’ye karşı toprak taleplerini geri almalarını sağlayan anlaşmalar yapılabileceği yemini attı. Kasttetiği Kars ve Ardahan idi. Resmi tarihçilerimize göre Sarper’in buna yanıtı kesin oldu: “1921 zaten bir haksızlığın tamiriydi ve onu Lenin imzaladı. SSCB’nin toprağa ve nüfusa gereksinimi yok. Bu iş için Türkiye kamuoyunun sempatisini feda etmeye değmez. Zaten, olacak iş de değildir.” Sarper’in “zaten bir haksızlığın tamiriydi” derken kastettiği, 1918 Brest-Litovsk antlaşmasının Osmanlı’ya zaten bıraktığı Kars ve Ardahan’ın ancak 192l’de Türkiye’ye verilmiş olmasıydı.
Molotov ardından “Boğazlar 200 milyon kişiyi yalnız Türkiye’nin iradesine bırakıyor” dedi. Sarper’in buna cevabı şu oldu: “Bundan kastınız Boğazlarda üs ise, söz konusu olamaz!” Ardından Molotov ekledi: “Montrö eskimiştir, değişmesi gerekir”.
Molotov 18 Haziran’da konuyu tekrar açtı. Eğer toprak meselesi konusunda anlaşma istemiyorlarsa sadece Boğazları görüşebilirlerdi. Bu sefer Molotov, Polonya örneğini verdi. 1921’de SSCB zayıfken Polonya’ya bir miktar toprak bırakmak zorunda kalmıştı. Savaştan sonra SSCB-Polonya sınırı yeniden çizilerek bu durum giderilmişti, buna karşılık Ermenistan ve Gürcistan’ın toprak talepleri henüz karşılanmamıştı. Sovyet basını, Sovyet Rusya ve Sovyet Kafkas cumhuriyetlerinin zayıflığından yararlanan “Türklerin ihaneti”, küçük yerli halkların ata topraklarından “zorla çıkarılması” ve yeniden birleşme ihtiyacı hakkında yazıyordu.
Sarper, Molotov ile görüşmelerini değerlendirdiği uzun bir raporu Haziran 1945’te Ankara’ya gönderdi. Sarper’in kişisel değerlendirmesine göre Moskova, sınır değişikliği ve Boğazlar’da üs konusunu “diğer noktalarda taviz koparmak için” ileri sürmekteydi. “Sovyetler görüşmeleri kesmeyecektir düşüncesindeyim. Arazi konusunda ısrar etmeyecekler. Bunu pazarlık konusu olarak ileri sürdüler.” Yıllar sonra ABD arşivleri açıldığında Sarper’in Molotov ile görüşmesini ABD’nin Moskova Büyükelçisi Averell Harriman’a üstelik Türkiye’ye bilgi vermeden önce anlattığı ortaya çıkacaktı. Ancak Harriman’a anlatılan kısmı bir toprak talebi olmaktan uzak görünüyordu.
Molotov’un amacı neydi?
Bu konunun en tanınmış tarihçisi Geoffrey Roberts (“Moscow’s Cold War on the Periphery: Soviet Policy in Greece, Iran, and Turkey, 1943-8”, Moscow’s Cold War on the Periphery: Soviet Policy in Greece, Iran, and Turkey, 1943–8”, Journal of Contemporary History, Vol. 46, No. 1 (JANUARY 2011), 58-81) “Molotov’un bu konuyu neden açtığı net değil ama ipuçları Kasım 1940’ta Dimitrov’a söylediklerinde bulunabilir belki” diyor. Ne demişti Dimitrov’a Molotov? “Türkiye konusuna gelince, boğazların bize karşı tekrar kullanılmayacağından emin olmak için bir üs istiyoruz. Almanlar aynen İtalyanlar gibi Boğazların patronu olabilir fakat bizim bölgedeki önceliklerimizi görmezden gelebilirler. Türkleri Asya’nın içlerine süreceğiz. Türkiye nedir? İki milyon Gürcü, 1,5 milyon Ermeni, bir milyon Kürt ve böyle gidiyor. Türkler sadece 6 ya da 7 milyondur” diyor.
1955’te SSCB Komünist Parti Sekreteri olacak Nikita Kruşçev’in hatıratında (Khruschchev Remembers: The Last Testament, London 1974, 295-6) ise Kars ve Ardahan’ı istemenin orijini şöyle anlatılır: “Stalin’in daçasındaki bitmek bilmeyen akşam yemeklerinden birinde Beria, artık Türkiye’nin parçası olan belirli bölgelerin aslında Gürcistan’a ait olduğunu ve Sovyetler Birliği’nin bunların iadesini talep etmesi gerektiğinden dem vurmaya başladı. Beria bu konuyu sürekli gündeme getiriyor, Stalin’i bir şeyler yapması için iğneliyordu. Ona göre Türkiye savaştan yorgun çıkmıştı ve çok zayıftı, hiçbir şey yapamazdı. Stalin sonunda pes etti ve Türkiye’ye toprak talepleri ile ilgili bir resmi memorandum yazılması için emir verdi.”
Yıllar sonra Molotov’un Sovyet gazeteci Felix Chuev’e (Ivan R. Dee, Molotov Remembers, Chicago, 1999, s. 9) söyledikleri ile resim tamamlanıyor: “Bana Gürcistan Komünist Partisi lideri A. Mgeladze tarafından anlatılan ve Molotov tarafından tamamlanan bir hikâye şu: Savaş sonrasında bir gün, Stalin’in daçasında SSCB’nin yeni sınırlarını gösteren bir harita hakkında bu hikâye. Stalin nerelere sahip olduğumuzu görelim diyor. Kuzeye doğru her şey doğru. Finlandiya bize saldırdı ve sınırı Leningrad’dan o tarafa kaydırdık. Baltık devletleri: Çağlar boyu Rus toprakları! Ve tekrar bizim. Bütün Belaruslar ile birlikte yaşıyoruz şu anda. Ukraynalılarla birlikteyiz. Moldavyalılarla birlikteyiz. Kuril Adaları şimdi bize ait. Sakhalin tamamen bizim… Ve Port Arthur ve Dairen ve Çin Doğu Demiryolu bizim. Çin, Moğolistan her şey yolunda. Fakat sınırlarımızın şurasını beğenmiyorum: dedi Stalin ve eliyle Kafkasları işaret etti.”
Roberts’e göre Kruşçev ve Chuev’in anlatımları kehanet türündendi fakat İkinci Dünya Savaşı yıllarına hâkim olan güçlü etnik vurguya dikkat çekmesi bakımından önemliydi. Moskova’nın Türkiye’den toprak talepleri Kızıl Ordu’nun 1929’da Poloya’yı işgal ettiği yıllara kadar götürülebilecek etnik yayılmacılıkla ilintiliydi. Bu eylem Stalin’in etnik ve tarihi olarak Rusların parçası diye nitelediği Batı Belarus ve Batı Ukrayna toprakları Kızıl Ordu tarafından işgal edildiğinde tekrarlanmıştı. Aynı şekilde Haziran 1940’ta Romanya Beserabya ve Bukovina’yı ilhak ettiğinde yapılan itirazlar veya Temmuz-Ağustos 1940’ta Baltık bölgesi ilhak edildiğinde konu ideolojikten ziyade etnik idi. Fakat Çarlık döneminin tarihi eyaletleri de önemliydi elbette. Savaş boyunca Stalin SSCB’nin Polonya’da Curzon Hattı denilen bölgeden geçmesi gerektiği konusunda çok kararlıydı. Bu hat 1929 Paris Konferansında etnocoğrafik bir hat olarak tarif edilmişti. Churchill savaş sonrasında Polonya’ya Lvov şehrinin verilmesini bir jest olarak önerdiğinde Stalin Ukraynalıların onu hiçbir zaman affetmeyeceğini söylemişti. Savaşın sonunda Stalin Karpat-Ukrayna bölgesinin el değiştirmesini görüşürken şöyle demişti: “13 yüzyılda Ruslar Trans Karpatya Ukraynasını kaybettiler ve her zaman onu geri almayı hayal ettiler. Bizim doğru politikamıza şükran bunu başardık. Bütün Slav, Ukrayna ve Beyaz Rusları ve topraklarını bir araya getirdik bu asırlardır Rusların Ukraynalıların ve Beyaz Rusların rüyasıydı.”
Ancak Roberts’e göre Kars ve Ardahan konusunda etnik hassasiyet daha da güçlüydü. Molotov’un Türkiye’den toprak talebi İran Azerbaycan’ındaki ayrılıkçı hareketlerin yükselişi ile eş zamanlıydı. Kızıl Ordu’nun Kuzey İran’ı işgali nasıl ki ayrılıkçı Azerileri cesaretlendirmişti, Türkiye-SSCB Dostluk anlaşmasının bozulması da Ermeni ve Gürcü milliyetçilerini birleşme yönünde cesaretlendirmişti. Ancak Molotov’un esas derdi Boğazların statüsü olduğu için toprak meselelerinin çözülüp çözülmemesi çok da umurunda değildi.
Türkiye’nin Moskova’dan gelen haberlere tepkisi
Şimdi de Türkiye’ye gidelim ve dönemin Cumhurbaşkanı İnönü’nün 8-9 Temmuz 1945’te üst düzey komutanlarla yaptığı toplantının kayıtlarına bakalım. O günlerde basında toprak ve üs talepleri konusunda haberler çıkmaktaydı. Üst düzey askeri erkânın şüphelerini gidermek için Cumhurbaşkanı bu toplantıyı düzenlemişti. İnönü SSCB’ye ittifak teklif edildiğini, bunun karşılığında Molotov’un “evvela aramızdaki pürüzlü meseleleri hal edelim” dediğini belirterek Sovyet tekliflerini sıralayacaktı. Ancak İnönü’ye göre ortada “O kadar vahim bir vaziyet de yoktur. İhtiyatlı hareket daha doğrudur.” Dahası İnönü, Sovyet tekliflerinin “resmi bir vaziyet” almadığını, Moskova’nın “sondaj ve araştırma” yaptığını vurgulamıştı. SSCB’ye karşı askeri seferberlik ilan ederek durumu “Tamir edilmez resmi bir sahaya dökmekte menfaatimiz yoktur” demiş ve eklemişti: “Söyledin söylemedin. Ondan sonra vesikalar ibrazı haline sokmadık. Fakat bunu bir teklif olarak kabul etmek mecburiyeti ile müteyakkız bulunmalıyız.”
Sabık Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın SSCB ile yaşanan sorunlar için “hiç telaşa lüzum yok” şeklinde görüş belirttiğini Zekeriya Sertel hatıralarında kaleme almıştır: “Ben, Sovyet-Türk ilişkilerinde son zamanlarda ileri sürülen endişeyi anlamıyorum. Stalin’in teklifi dahi bende endişe yaratmadı. Bence, Sovyetler’le konuşmak gerekir. Onların yanlış bir istekle karşımıza çıkmalarına kızmamalıyız. Tersine onlarla masa başına oturup hatalarını kendilerine anlatmak gerekir. Onlar anlayışlı insanlardır ve bize karşı kötü niyetleri yoktur.”
Muhalefetin başındaki isim Demokrat Parti Başkanı Celal Bayar da Nisan 1946’da bir Amerikan gazetesine verdiği röportajda Çakmak’la aynı görüşü paylaşacaktı. Sovyetlerin, “Milletlerin haklarına riayet edilmesi prensibinin hüküm sürdüğü böyle bir zamanda evimize, haklarımıza göz dikebileceğini kabul etmek istemiyoruz” diyen Bayar, “Aramızda bir dava mevzuu kalmamıştır” diye eklemişti.
Sarper-Molotov görüşmesinin gerçekleştiği gün, 7 Haziran 1945’te, CHP içinde muhalefetin ortaya çıktığı Dörtlü Takrir, Bayar, Menderes, Köprülü ve Koraltan tarafından imzalanıyordu. Bu tarihten itibaren CHP içindeki muhalifler Tan gazetesi çevresinde toplanan sol kesimlerle dirsek temasına başladı. Amaçları geniş bir demokratik bir cephenin kurulmasının zeminini yoklamaktı. İnönü kendisine karşı oluşan muhalefetin cepheleşmesi halinde kontrol edilmesinin mümkün olamayacağını düşünüyordu. Dahası İnönü’ye göre Moskova, kendi liderliğine karşı oluşan muhalefetten yararlanabilirdi. Sovyet teklifleri Türkiye’ye karşı “tehdide” dönüştürülerek, dış politikada içine düşülen yalnızlıktan çıkmanın önü açılıyordu.
Potsdam’da Boğazlar konusu nasıl ele alındı?
Nitekim Roberts’in aktardığına göre 17 Temmuz-2 Ağustos 1945’te Potsdam Konferansı’nda 18 Temmuz gecesi yemekte Stalin ve Molotov Türkiye’den toprak taleplerine değindiler ama esas üzerinde durdukları konu Boğazların statüsü ve Çanakkale Boğazı’nda askeri üsler verilmesiydi. 23 Temmuz gecesi başka bir yemekte Stalin Birleşik Krallık temsilcisi Winston Churchill’e dönüp “Eğer Marmara’da bize tahkim edilmiş bir pozisyon vermeniz mümkün değilse, o zaman Dedeağaç’ta bir üs alamaz mıyız?” diyecekti. Churchill’in Türkiye’nin toprak bütünlüğüne yaptığı vurgunun aksine ABD Başkanı Henry Truman “toprak verme sorununun Türk ve Rusların kendi başlarına oturup halletmeleri gereken bir sorun olduğunu” düşünüyordu. Truman ve Churchill Boğazlar rejiminde değişiklikleri içeren bir metin hazırladılarsa da Konferans Montrö’nün günümüz koşullarına uymadığı için değiştirilmesinin iyi olacağını söylemekle yetinecekti. (Ancak 1 Ağustos 1945 günü Potsdam’da imzalanan Protokol’ün Boğazlara ilişkin 16. maddesinin Rusça ve İngilizce metinlerin farklılığından dolayı değişik biçimde yorumlandığı öne sürülür. Buna göre, İngilizce metin “her üç devletin Boğazlar konusundaki görüşlerini Türkiye’ye ayrı ayrı bildirmelerini” isterken, Rusça metin “Boğazlar sorununun üç devletin her biri ile Türk Hükümeti arasında ayrı ayrı doğrudan yapılacak görüşmelere konu teşkil etmesini” öngörmektedir.)
Türkiye’de Tan Matbaası olayı
Postsdam sonrasında Sovyet-Batı görüşmeleri 23 Eylül 1945’te Londra’da devam etti. Molotov Britanya Dışişleri Bakanı Ernest Bevin’e, Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizler Boğazları Ruslara bırakmaya hazırken, şimdi neden direndiklerini anlamadığını söylüyordu. Bu konuşmaların Türkiye’deki yankısı sert oldu. İsmail Köse’ye göre “Sovyetler Birliği’nin Türk Boğazlarıyla İlgili Talepleri: 1945-1946 Notaları”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 74, No. 4, 2019, s. 1125 – 1148.) Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 1 Kasım 1945 tarihinde, TBMM’nin açılış konuşmasında Rus taleplerini ve suçlamalarını kesin bir dille reddetti. (TBMM Tutanak Dergisi, C. 20; D. I; 1 Kasım 1945). Aralık ayındaki konuşmasında ise Ruslar ile “yeni bir İttifak antlaşması için görüşmelerden olumlu netice alınamadığını” söyledi. (TBMM Tutanak Dergisi, 20 Aralık 1945: 3-10) Rus talepleri TBMM’de iktidar ile muhalefetin bir araya gelmesini sağlamıştı. Kâzım Karabekir tarafından yapılan konuşmada tarihsel gerekçelerle Sovyetlerin Kars, Ardahan ve Boğazlar ile ilgili talepleri reddedildi. Karabekir’den sonra söz alan Dışişleri Bakanı Hasan Saka da benzer şeyler söyledi. TBMM galeyana gelmişti ve Sovyet isteklerinin reddi için gerekirse savaşı kabul edecek bir hava vardı. Bu esnada Müttefik dışişleri bakanları Moskova’da Türkiye ile ilgili görüşmeler yapıyordu (TBMM Tutanak Dergisi, 1945: 256-261).
4 Aralık 1945 Tan Matbaası ve komünist yayınlar basan matbaa ve dergilerin basılması bununla ilgiliydi. Basında çıkan yazılarda Stalin, yüzyıllardır Karadeniz boğazlarını ele geçirmeye çalışan “Rus çarlarının varisi” olarak damgalanıyordu. Meclis’te, “Kızıl tarikat liderleri Romanovların devamıdır” deniyordu. Ardından, kim sızdırdıysa, Gürcistan Bilimler Akademisinden iki profesörün Türkiye toprakları üzerindeki isteklerin dile getirdikleri makaleleri gündeme geldi: 14 Aralık 1945 tarihinde Tiflis’te yayınlanan Komünist! gazetesinde, 20 Aralık’ta ise Pravda ve İzvestiya‘da yayınlanan ve “Türkiye’den meşru isteklerimiz” başlığını taşıyan bu makale şöyle sona eriyordu: “(…) Gürcü halkı hiçbir zaman vazgeçmediği ve vazgeçemeyeceği topraklarını geri almak zorundadır. Ardahan, Artvin, Oltu, Tortum, İspir, Bayburt, Gümüşhane ve Giresun, Trabzon bölgelerini içine almak üzere Doğu Lazistan’ı yani Gürcistan’dan koparılmış toprakların bir bölümünü kastediyoruz.”
Buna cevap olarak SSCB Ankara Büyükelçisi Vinogradov Moskova’ya Türkiye faşizmini kınamak, İngiliz ve Amerikalıları Türklere karşı sert tedbirler almak ve Türkiye Sovyet sınırındaki garnizonları güçlendirmeyi önerdi ancak Moskova Türkiye’yi anti-Sovyetik tavırları yüzünden eleştiren bir bildiri yayımlamakla birlikte arka planda Vinogradov’u şiddetle kınadı: “Tavsiyeleriniz tamamen yanlış ve kabul edilemez. Türkiye’deki faşizmin yükselişi konusunda Türkiye’yi resmen kınayamayız çünkü bu tamamen Türkiye’nin iç işidir. İngilizleri ve Amerikalıları bu konuya davet eden bir deklarasyon yayınlanması ciddiye bile alınamaz, Kılıç şakırtıları bir provokasyon olarak görülebilir. TASS tarafından Sovyet-Türk sınırında garnizonların güçlendirildiğinin açıklanması küstahça ve çocuksuluğun eşiğinde. Biz de Türklerle ilişkilerin kesilmesi yönündeki önerinizi kabul edemeyiz. Aklınızı başınıza alınız ve devletimizi böyle siyasi sorunların içine çekecek aceleci tavsiyelerde bulunmaktan vazgeçiniz.”
Aralık 1945’te Stalin Bevin’e Moskova’daki Dışişleri Bakanları Konferansı’nda toprak taleplerini yeniden dile getirmesini hatırlattı ama Türkiye ile bunun için savaşa girilmesinin de saçma (çöp/rubbish) olduğunu da belirtti.
Churchill’in Demir Perde konuşması
5 Mart 1946’da Fulton şehrindeki Westminister Koleji’nde yaptığı konuşmada Britanya Başbakanı Winston Churcill, Avrupa’yı bölen “demir perde”den söz ettiğinde ise ABD’nin yeni rolü netleşmeye başladı. Bir yanda komünist blok, diğer yanda ise ABD’nin önderlik ettiği ‘özgür dünya”’ uzanıyordu. Bu yeni durumun adı Soğuk Savaş’tı. Bu ziyaret sırasında Churchill ABD Başkanı Henry Truman’a, SSCB’nin Türkiye ile ilgili taleplerindeki büyük açmazdan bahsetti. Bundan muhtemelen bunu haber alan Stalin Nisan 1946’da ABD Elçisi Bedell Smith’e şunları söyledi: “Başkan Truman’ı temin ederim ki SSCB Türkiye ile ilgili hiçbir niyete sahip değildir fakat Türkiye zayıf ve SSCB zayıf bir Türkiye’nin koruduğu Boğazların kendisi için ne gibi tehlikeler içerdiğini gayet iyi biliyor. Bizim Çanakkale Boğazı’nda bir üs istememiz bu yüzden. Bu bizim kendi güvenliğimizle ilgili.”
Bütün bu garantilere rağmen, Batı’da SSCB’nin Türkiye ile Boğazlar yüzünden bir savaşa girebileceği, o olmasa bile silahların diplomatik masanın yerini alabileceği endişesi güçlenmişti. 1946’da Stalin bir savaş çıkaracak durumda değildi ama Kızıl Ordu’nun Türkiye sınırında manevralar yapması Türkiye’de tansiyonu yükseltecek durumdaydı. Ancak beklenmedik şekilde 1946 yazında Stalin’in toprak taleplerini daha fazla seslendirmeyeceği anlaşıldı.
Molotov Motrö’de revizyon istiyor
7 Ağustos 1946 günü Molotov Sarper’le buluştu ve SSCB Ankara’ya diplomatik bir not yolladı. Buna göre bu sefer 1936 tarihli Monteraux (Montrö) Sözleşmesi’nin revizyonu isteniyordu. Notta “Boğazlar 1. Daima ticari gemilere açık olmalı, 2. Karadeniz’e kıyıdaş ülkelerin savaş gemilerine açık olmalı, 3. Karadeniz’e kıyıdaş olmayan ülkelerin savaş gemilerine, istisnai haller dışında kapalı olmalı, 4. Türkiye ve Karadeniz’e kıyıdaş ülkelerin kontrolünde olmalı ve 5. Türkiye ve SSCB tarafından ortaklaşa korunmalı” deniyordu. Bu maddeler 2 Kasım 1945’te Amerikan diplomatik notundaki maddelere çok benziyordu.
İsmail Köse’nin aktardığına göre, SSCB, 8 Ağustos 1946 günü Türkiye’ye yeni bir nota sundu. Bu notada Boğazlar konusundaki taleplerin keyfi olmadığı, aksine savaş sırasında bazı Alman savaş gemilerinin Boğazlardan geçmesi yüzünden Sovyetler Birliği’nin girdiği tehlikeler hatırlatıldıktan sonra Türkiye’nin Boğazların güvenliğini sağlayamadığı iddia ediliyordu: “9 Temmuz 1941 tarihinde Alman Komutanlığı, Boğazlardan Karadeniz’e ‘Seefalke’ adlı Alman sahil muhafaza gemisini geçirmişti ve Boğazlara dair anlaşmanın ağır bir şekilde ihlali demek olan bu keyfiyet Sovyet Hükümeti’nin Türk Hükümeti nezdinde teşebbüs bulunmasını mucip olmuştu. 4 Ekim 1942 tarihinde Sovyet Hükümeti, Almanya’nın cem’an yekün 140.000 tona baliğ olan muavin harp gemilerini ticaret gemisi şeklinde Boğazlardan Karadeniz’e geçirmek niyetinde olduğuna dair Türk Hükümeti’nin tekrar nazarı dikkatini celb etmişti. Bu gemiler Mihver devletlerinin silahlı kuvvetlerinin ve harp malzemesinin Karadeniz’e nakline tahsis olunmuştu. Haziran 1945’te Sovyet Hükümeti Karadeniz’de askeri harekata iştirak etmiş bulunan EMS tipi 8 tane ve Kriegstransport tipi 5 tane muhtelif tonajda Alman harp ve harp muavin gemisinin Mayıs ayı sonlarında ve Haziran ayı başlarında Karadeniz’den Ege Denizi’ne Boğazlardan geçmeleri hadiselerini protesto etmişti…
19 Ağustos’ta ABD, Moskova’ya Montrö’nün sadece Karadeniz’e kıyıdaş ülkelerin değil imzacı ülkelerin meselesi olduğunu hatırlattı. Bu nedenle konu ancak çok taraflı bir konferansta görüşülebilirdi. İki gün sonra İngilizler benzer bir itiraz yaptılar. 22 Ağustos’ta Türkiye ABD ve İngiliz görüşlerine katılarak Moskova’nın isteklerinin Türkiye’nin egemenlik haklarına ve güvenliğine aykırı olduğunu söyledi. Türkiye, notasında öncelikle İkinci Dünya Savaşı sırasında Boğazlardan geçen ve SSCB’ye göre sözleşmenin hükümlerini ihlal etmiş olan gemilerin durumunu ayrı ayrı açıkladı ve ekledi: “(…) İkinci Dünya Harbi sırasında Sovyet Hükümeti bir defa bile Karadeniz’de kendi emniyetini tehlikeye koyabilecek bir durum için Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine müracaatta bulunmamıştır.”
24 Eylül’de Moskova bir memorandumla Karadeniz’de özel hakları olduğunu ve revizyon taleplerinin Türkiye’nin egemenliğini ve güvenliğini tehlikeye düşürmediğini söyledi. ABD direndi, 18 Ekim’de Türkiye yanıtını savaşın mağlubu olan Japonya dışındaki Monrö’nün diğer tüm imzacı devletlerine göndererek, gerektiğinde toplanacak uluslararası bir konferans hakkında bilgi almalarını sağladı.
Sovyetler geri çekiliyor, Türkiye Batı’ya demirliyor
SSCB hiçbir zaman bu mektuba cevap vermedi ancak Ankara’daki elçisine “Türkiye’nin sinir uçlarıyla oynamaktan vazgeçmeyin” talimatı verdi. Bunlardan biri 1921 tarihli Kars ve Ardahan’ı Türkiye’ye veren anlaşmaları geçersiz kılmaktı, diğeri Boğazlarla ilgili bir ültimatom vererek eğer kabul edilmezse Ankara ile diplomatik ilişkileri kesmekti. Diplomatlar aynı zamanda Türkiye’yi bypass ederek konunun ABD ve İngiltere ile görüşülmesini de önermişlerdi. Ancak bunların hiçbiri Stalin tarafından kabul görmedi ve uygulanmadı. 1948’de Türkiye’ye yeni bir elçi atandı, o da Sovyetlerin eski taleplerini adet yerine gelsin diye tekrarladı ama daha ileri adım atılmadı.
Bunlar olurken Türkiye ile ilgilenen(!) “Büyük Devlet” SSCB değil ABD idi. Mart 1947’de Başkan Truman’ın “Truman Doktrini” konuşmasından sonra ABD yardımları Türkiye’ye aktı. SSCB Türkiye’nin NATO’ya katılma girişimini 3 Kasım 1951’de verdiği bir notayla kınadı. NATO’ya üye olması durumunda NATO’nun saldırgan amaçlarına alet olacağını, bunun sorumluluklarına katlanması gerekeceğini bildirdi. Türkiye buna 12 Kasım 1951’de yanıt verdi ve NATO’nun savunma amaçlı bir bağlaşma olduğunu ileri sürdü. Sonra da Şubat 1952’de örgüte girerek Norveç’le birlikte SSCB’ye sınırı olan ikinci NATO üyesi oldu.
Artık Karadeniz’de ve Akdeniz’de baskı gören Türkiye değil SSCB idi. Stalin’in ölümünden sonra toprak talepleri ve Boğazlar meselesi tamamen gündemden kalktı. Ancak Türk sağının dış ilişkiler repertuvarında, Batı’ya demirlemenin ne kadar meşru ve hayati olduğunu anlatırken kullandığı en etkili unsur olmaya devam etti.
Stalin’in Türkiye politikası neden başarısız oldu?
Batılı yazarlara göre Stalin’in başarısızlığının nedeni Batı’nın Türkiye’nin yanında durmasıydı. “Bu doğru ama eksik” diyor Geoffrey Roberts. Ona göre Temmuz-Ekim 1946’da Moskova, mini mihver devletleri olan Bulgaristan, Finlandiya, Macaristan, İtalya ve Romanya ile yapılacak barış görüşmeleriyle meşguldü. Bu ülkeler SSCB’nin Doğu Avrupa’daki konumu ve komünist partilerinin geleceği açısından hayatiydi. Konferans başarısızlıkla sonuçlandı, yeni bir konferans Kasım ayında New York’ta toplandı. Soyvetler’in yumuşamasıyla Şubat 1947’de anlaşma imzalandı. Mart-Nisan 1947’deki Moskova’daki oturumların konusu ise Alman barışıydı. Stalin Almanların yeniden canlanacağı obsesyonu ile Potsdam Anlaşmaları’nda Almanya’nın Nazisizleştirme, silahsızlandırması ve demokratikleşmesi ilkelerine sıkı sıkıya bağlanmıştı. Bu bağlamda Karadeniz’in kontrolü önemli fakat hayati değildi. Ayrıca daha agresif bir politika izlemesi de Batı ile sergilediği tiyatroya zarar verebilirdi.
Buraya kadar anlattıklarımızın bir icmalini yaparsak; Genel olarak Yunanistan, İran ve Türkiye hakkındaki savaş sonrası Sovyet politikaları değişik boyutlar ve dinamikler içeriyordu. Yunanistan’da Sovyet politikası, Stalin’in Yunan komünistlerini bir iç savaştan caydırmaktı. Bu Sovyetlerin savaş sonrası Avrupa’sında komünist partiler eliyle yürütmeye çalıştığı parlamenter demokrasi ilkelerine ve İngilizler Amerikalılar yapılan anlaşmalara uygundu. İran’da Sovyet politikasının itici gücü ekonomik çıkarlardı fakat bu hedef ülkenin etnik bölünmüşlüğü ve milliyetçi politikalarla içiçe geçmişti. Etnikçilik ve milliyetçilik Türkiye ile ilişkilerde de rol oynadı ama esas konu Soyetler’in Karadeniz’de güvenliğiydi. Stalin bu üç ülkede de başarısız oldu. Bu mesele Sovyetlerin savaş sonrasında Müttefikler tarafından tarih anlatısından çıkarılmak istenmesiyle üst üste düştü. Savaş sonrasının ilk yıllarında Stalin ve diğer Sovyet liderleri savaşın kazanılmasında Sovyetlerin rollerinin Müttefikler tarafından küçümsendiğini düşündüler. Londra ve Washington SSCB’yi yeni küresel güç olarak tanımıyor onun da kendileri gibi üstün çıkarları olabileceğini kabul etmiyorlardı. Stalin Britanya Dışişleri Bakanı Bevin’e daha Aralık 1945’te şikâyet etmişti bu konuda. “Görüldüğü üzere, Birleşik Krallık Hindistan’a sahip, ABD, Çin ve Japonya’ya; fakat SSCB hiçbir şeye!” demişti. Bu hissiyat Bevin ve ABD Dışişleri Bakanı James F. Byrnes gibi diplomatlar tarafından gözlenmiş ve Rusların hassas noktalarının bu olduğu anlaşılınca da sık sık bu konuda damarlarına basılmıştı.
5 Mart 1953’te Stalin’in ölümü, hiç kuşkusuz SSCB tarihinde çok önemli bir olaydı ve halkla yönetim arasındaki ilişkiler açısından sistemi değiştirdi. Kolektif yönetim dönemi başladı. Stalin’in “doğal ardılı” görülen Georgi Malenkov öne çıktı ve üç bileşenli bir politika izlemeye çalıştı: Uluslararası ilişkilerde gerginliğin azaltılması, ekonominin yeniden yapılanması ve bunun için köyle olan ilişkilerin düzenlenmesi. Sonunda Malenkov Şubat 1955’te istifa etti, Nikita Kruşçev parti genel sekreteri; Nikolay Bulganin başbakan oldular.
1957’de Kruşçev, Stalin’in Türkiye politikasının duygusal bir değerlendirmesini yaptı: “Almanları yenmiştik. Baş döndürücüydü. Türkler, yoldaşlar, arkadaşlar. Bir not yazalım, hemen Çanakkale’yi teslim etsinler… Kimse o kadar aptal değil. Çanakkale, Türkiye değil, devletlerin nexus‘udur. Dostluk anlaşmasını feshedip suratlarına tükürdük… Aptalcaydı. Dost Türkiye’yi kaybettik ve şimdi güneyde ABD üsleri var…”
Ayşe Hür – 07.06.2025