Türkiye’de sokaklar, sivil itaatsizlik ve siyaset | Muazzez Uslu Avcı
Türkiye’de hareketlenen sokaklara bir diyalektik analiz…
SOKAĞIN HAKİKATİ
Sokak, bir toplumun ruh halinin aynasıdır. Yalnızca ayakların değil, arzuların, korkuların, taleplerin ve tarihsel birikimin de yürüdüğü yerdir. Siyasetin saraylarda değil, sokakta yapıldığı zamanlar vardır. Türkiye, o zamanlardan birini yaşamaktadır. Bu yüzden sokaklara kulak vermek, yalnızca toplumsal hareketleri anlamak değil, aynı zamanda geleceği görmektir.
Devletin hafızası, anıtsallıktır. Halkın hafızası ise sokaktadır. Çünkü halkın tarihi, resmi belgelerden değil, kolektif hatırlamalardan ibarettir. Sokak, halkın kendi tarihini yeniden yazma çabasıdır. Ve bu çabada, bağırmak bile politik bir eylemdir.
Louis Althusser’in deyimiyle: “Devlet, ideolojik ve baskıcı aygıtlarıyla bireyi özneye indirger.” Ama sokak, bu indirgenmeye direnmenin alanıdır. Sokaklara çıkanlar, sadece tepkilerini değil, aynı zamanda özneliklerini de yeniden inşa ediyorlar.
Tarihsel diyalektik materyalist felsefi bir okuyuşla değerlendirecek olursak: Her eylem, belirli bir tarihsel kipliğin üzerine oturur. Her yürüyüş, bir birikimin dışavurumudur. Bugün sokaklarda gördüğümüz direniş, yalnızca AKP iktidarına değil, 1980 darbesinden itibaren kurumsallaşan neoliberal-baskıcı rejime de bir cevaptır. Diyalektik materyalizmin gördüğü gibi: Her tez, antitezini doğurur. Bugün de antitez sokaktadır.
Bugün Türkiye’de yalnızca ekonomik kriz değil, aynı zamanda bir hegemonya krizi yaşanıyor. Gramsci’nin kavramsallaştırmasıyla ifade edersek: “Zor aygıtı çözülürken, rıza aygıtı krize girer.” Bu, devleti ayakta tutan iki temel mekanizmanın -baskı ve rıza üretiminin- aynı anda iflas etmesi anlamına gelir. Artık ne devletin polisi, mahkemesi, kolluk gücü halkı dizginleyebiliyor ne de medya, eğitim ya da dini kurumlar iktidarın anlatısını inandırıcı kılabiliyor. İnsanlar artık ‘zorun’ korkusunu aşarken, ‘rıza’nın hikmetinden de kuşku duymaya başlıyor.
Bu durumda iktidar, yitirdiği rızayı yeniden kazanmak için daha fazla zora başvurmak zorunda kalıyor. Ama zor arttıkça meşruiyet daha da erozyona uğruyor. Tıpkı Gramsci’nin dediği gibi:
“Eski dünya ölmekte, yenisi doğmakta gecikmektedir. İşte bu belirsizlik çağında canavarlar ortaya çıkar.”
İşte tam bu tarihsel eşikte, Türkiye’de gençler, işsizler, öğrenciler, anneler, babalar, artık “rıza göstermeyecekleri” bir düzene karşı seslerini yükseltiyorlar. Bu sadece bir ekonomik isyan değil; bu, aşağılanmanın, geleceksizliğin ve meşruiyetini kaybetmiş bir sistemin çürüyen ideolojisine karşı bir kalkışmadır.
SİVİL İTAATSİZLİĞİN DİYALEKTİĞİ
Sivil itaatsizlik, sadece kanunlara karşı gelmek değil, adaletsizliğe karşı ahlaki bir duruştur. Türkiye’deki durumun benzersizliği, sivil itaatsizliğin artık sistematik bir zorunluluk haline gelmesindedir. Kanunların adaleti değil, iktidarı koruduğu yerde, halkın mevcudiyeti bir direniş biçimi alır. Bu itaatsizlik, hem bireysel hem kolektif bir vicdan hareketidir.
Türkiye sokaklarında en görünür olan grup, kadınlardır. “Gece yürüyüşleri”, “İstanbul Sözleşmesi” direnişi ya da “Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu” yalnızca kadın hakları için değil, iktidarın tüm toplumsal yaşamı disipline etme çabasına karşı bir mevzidir. Kadınlar, devletin “aile” kurumunu kutsayarak dayattığı geleneksel rollere karşı, sokakta özgürlükçü bir antitez yaratıyor. Bu mücadele, yalnızca feminist bir talep değil; sınıfsal ve etnik eşitsizliklerle kesişen bir diyalektiktir. Örneğin, Kürt kadınlarının hem devlet şiddetine hem de ataerkil yapıya karşı verdiği çifte mücadele, direnişin çok katmanlı doğasını gösterir.
Z kuşağı, dijital aktivizm ve anonim örgütlenme ile sokak siyasetini yeniden tanımlıyor. TikTok’ta viral olan protesto şarkıları, Twitter’da trend olan hashtag’ler, polis şiddetinin Telegram gruplarında anlık paylaşılması… Bu araçlar, devletin geleneksel baskı mekanizmalarını işlevsiz kılıyor. Ancak bu “örgütsüzlük”, aynı zamanda bir zaaftır: Devlet, kontrol edemediği bu akışkan direnişi kriminalize etmekte daha pervasız davranıyor. Gençlerin “geleceksizlik” öfkesi, post-ideolojik bir karakter taşıyor. Artık “sağ-sol” kutuplaşması değil, “insanca yaşam” talebi etrafında kenetleniyorlar. Bu, Türkiye siyasetinin kalıplarını kökten sarsan bir dönüşümün habercisidir.
Kazdağları’nda altın madenine karşı yükselen “Su ve Vicdan Nöbeti”, Salda Gölü’ndeki betonlaşma karşıtı kampanyalar, İkizdere’deki taş ocağı direnişleri… Türkiye’de ekoloji mücadelesi, yerel bir çevre sorunu olmaktan çıkmış, iktidarın doğayı metalaştıran politikalarına karşı sınıfsal bir antikapitalist söyleme dönüşmüştür. Köylünün tarlası, kentlinin parkı, hepsi aynı sistemin rant ekonomisi tarafından tehdit ediliyor. Bu direnişler, Gramsci’nin “organik aydın” kavramını hatırlatır: Mühendisler, avukatlar, öğretmenler; mesleklerini halkın ve doğanın hakları için silaha dönüştürüyor.
ALGI ENFLASYONU
İktidarın “yerli ve milli” söylemi, neoliberal politikaları İslami muhafazakârlıkla harmanlayarak bir “Türkiye modeli” yaratma iddiasındaydı. Ancak bu model, bugün kendi iç çelişkileriyle çökmektedir: Camileri AVM’ye dönüştüren bir dindarlık, “yerli üretim” diyerek halkı ithal kömüre mahkûm eden bir ekonomi…
Türkiye’de insanlar artık yalnızca yoksul değil; aşağılanarak yoksullaştırılıyor. Bu ülkede hayat pahalılığı kadar onur pahalılığı da vardır. Enflasyon sadece fiyatlarda değil, iktidarın halka duyduğu tahammülsüzlükte de yükseliyor.
TÜİK, yıllık enflasyonun gerçekten %100’leri bulduğu bir ortamda, çıkıyor ve %38, %40 diyor. Bu yalnızca bir istatistik değil; bu, ahlaksızlığın kurumsallaşmasıdır. Yalanın devlet eliyle normalize edilmesidir.
Bu manipülasyon, mutfakta yangın varken, ekrandan “her şey yolunda” diye bağıran sistemin, toplumsal hafızaya attığı dumandır. Ama gerçeğin bir huyu vardır: Bastırılır, susturulur, sansürlenir; ama mutlaka bir çatlak bulur ve sokağa sızar.
Bugün sokakta yürüyen genç, yaşlı, işsiz, kadın, öğrenci… Hepsi bu yalan düzenin içinde bir tek şeye tutunuyor:
“Bu kadar gerçeğin inkâr edildiği bir yerde, gerçeğin ta kendisi olmak, en politik eylemdir.”
SINIFSAL ZORUNLULUK
Türkiye’de sokağa çıkan kalabalıkların yüzde 80’i işsiz gençler ve öğrencilerdir. “Neden sokağa çıktın?” diye sorulduğunda verdikleri yanıt net: “Çünkü bir geleceğimiz yok.”
Diplomaların hükmü kalmadı. Üniversite, artık emeğin karşılık bulmadığı bir beklenti mezarlığına dönüştü. Öğrenciler okumanın bile gereksiz olduğuna inanmaya başladı. Çünkü sistemin vaadiyle yaşanan gerçeklik arasındaki uçurum, artık akıl değil, psikolojik yıkım yaratıyor.
Sokaktaki orta yaş ve üzeri bireyler ise kendi hayatları için değil, çocukları ve torunları için oradalar. “Ben bir şekilde yaşadım,” diyorlar, “ama oğlum iş bulamıyor, kızım geçinemiyor, torunum yurtsuz.”
23 yıldır aynı iktidarın halkına parmak sallayan, aşağılayan, yaşam tarzına karışan, emeğini değersizleştiren dili de artık taşımaz hale geldi.
Sokakta birikmiş olan yalnızca öfke değil, aynı zamanda aşağılanmanın biriktirdiği tarihsel haklılık hissidir.
GERÇEĞİN DÖNÜŞÜMÜ SOKAKTA BAŞLAR
Türkiye’deki sokak hareketleri, bize bir hakikati hatırlatmaktadır: Gerçek, yalnızca iktidar sahiplerinin söylemleriyle şekillenemez. Her sokak eylemi, gerçeğin dönüşümüne yönelik bir adım, bir açılım ve bir meydan okumadır. Bu sokaklar, iktidarın ve onun meşruiyetini inşa eden söylemlerinin ötesinde bir gerçeklik barındırır. Gerçek, ancak halkın kolektif hafızası ve iradesiyle şekillenir.
Sokakta sesini yükselten her birey, sadece kişisel bir isyanı dile getirmekle kalmaz, aynı zamanda o isyanın toplumsal bir hafızaya dönüşmesini sağlar. Bu hafıza, zamanla iktidarın kontrol ettiği devletin ideolojik yapısını ve baskı araçlarını aşan bir güce dönüşür. Bu dönüşüm, sokaklarda, eylemlerde, direnişlerde ve toplumsal tepkilerde somutlaşır.
Ve böylece sokaklar, sadece geçici bir çatışma alanı değil, aynı zamanda bir halkın kendi hakikatini inşa ettiği, iktidarın dayattığı yalanları reddettiği bir mekân haline gelir. Bu dönüşüm, sadece Türkiye için değil, tüm dünyadaki direniş hareketlerinin de ortak bir özüdür. Çünkü sokak, özgürlüğün, eşitliğin ve adaletin yeniden kurulduğu yerdir. Gerçek, burada, bu sokaklarda yeniden doğar.
Muazzez Uslu Avcı – 05.04.2025